Devlet ve hukuk teorileri üzerine yeniden düşünmenin vaktidir. Her iki kavramın da siyasal olan karşısında üstün ya da ondan bağımsız gibi gösterilme gayreti yakın dönemde iyice içi boş bir çaba haline geldi. Hele ki son birkaç yılda ve yoğun olarak son bir hafta-on günde yaşadıklarımızı bunu net bir biçimde gösteriyor.
Ortak olanı bir arada tutmanın en üst biçimleri olarak bu iki kavram Türkiye’de sürekli eğilip bükülüyor ve sonuç olarak kimseyi ikna etmiyor. Siyasal tartışmalarını güçlü bir şekilde yapamayan bir ülkenin bu iki kavramı da ancak yukarıdan ve dayatmacı bir biçimde uygulamaya sokmasıyla temelleri sağlam atılmamış ve bunlar hakkında sanki tartışma yokmuş gibi yapmaya çalıştıkça işin içinden çıkamıyoruz. Bu noktada ortak olanımız nedir sorusunu da yeniden yükseltmeliyiz. Kurucu aklın bir keresinde verdiği cevap artık yetmiyor demek ki ve biz kendimizi yeniden kurmak için kendi yolumuzu, kendi cevabımızı üretmek mecburiyetindeyiz. Her iki kavramın da siyasetin içinde ve onunla şekillendiğini, tarafsız olmadığını hatırlatmak zorundayız.
Devlet, adalet ekseninde bu ortak olanı bir araya getiren soyut bir kavram ve anayasalar da bunun somutlaşmış göstergesidir esasen. Ulus-devletlerin kendilerini vatandaşları karşısında bağladıkları, ya da 1982 anayasasında olduğu gibi tersine bir şekilde devletin vatandaşını bağladığı anayasalar bu noktada en üst norm olarak bu sorunun cevabını verme çabasıdır.
Anayasa tartışmaları ve yeni bir metin oluşturma süreci içinde aslında ortak olanı yeniden kurmayı denedi Türkiye. Bu noktada, uyuşmaz çıkarların ve sarsılmaz kabullerin bir arada nasıl uzlaştırılabileceği tabii ki tartışmalıydı. Siyasal olanın atlayıp siyaset ve siyasal boyutuna geçmeye hevesli bir ülke için, diğer tabirle işleri alelacele bir kurumsal yapıya ve kuralla bütününe indirmeyi başarı addeden bir yapıda bu üst-kurumları da siyasete bulaştırmama heveslisi olmak normal karşılanır. Halbuki devlet de hukuk da siyasal kavramlardır ve siyasalın çatışmacı ilişkileri içinde doğar. Sınıfsal bakış açısından her ikisi burjuvanın yaratımıdır.
Sınıfsal kategorilerin keskinliği tartışıldıkça bu tanım ikincil planda kalsa da bize hatırlattığı net bir şey var: Her ikisi de kazananların lehine çalışır. İşte şimdi son bir ayda devletin ve hukukun kazananlar arası bir çekişmede yeniden iğdiş edildiğini görüyoruz. Kazananlar ittifakı ayrılmaya yüz tuttukça devletin ve hukukun ne olduğunu da bize hatırlatıyorlar. Bize düşen onların savaşında kazananın hukukunu mu uygulamak yoksa artık bu döngüyü kırmak için girişimde mi bulunmak?
AKP’nin, adalet kelimesini kendisine birincil ad seçmesi, kurucu aklın yarattığı hukukla aslında sorunlu olduğunun göstergesiydi; parti yukarıdaki soruya yeni bir cevap verme girişiminde olduğunu 10 yıl içinde beyan etti. Daha açık bir şekilde, devleti yeniden kurmak için her türlü girişimde bulundu; bürokrasi, güvenlik, sivil toplum ve tabii ki hukuk ayaklarını gayet düzenli bir biçimde değiştirerek eski Türkiye’yi restore etti. Bu yolda müttefikleri, yine kurucu akılla sorunlu ama aslında onların hiçbir zaman karşısında olmamış, tam olarak nerde bulundukları da sorunlu liberallerdi. Bu liberal-muhafazakar işbirliği, demokrasi ve özgürlük kavramlarını istedikleri gibi şekillendirdiler ve tüm siyasal dağarcığımızı etkilediler. Sınırlı bir demokrasi, kontrollü bir sivil toplum ve diğer üst yapı kurumlarıyla birlikte liberal-muhafazakar işbirliğinin sonucu olması beklenecek şekilde de siyaset alanı gittikçe daraltıldı. Tartışmalar onların anahtar kelimeleriyle yürüdü. Yeni bir şeyler konuşuyor olmak, eskiden kurtulma denemeleri bir açıdan sevindiriciydi; ama bu yeniliğin ne olduğunu sorgulamak için geç de kalınmamalıydı.
Gezi Direnişi işte bu deli gömleğine olan isyandı aslında ve toplum bu daraltılmış siyaset alanını genişletmek için sokaklara döküldü. Böylece tartışılmayanı tartışmak, sorgulanmayanı sorgulamak yönünde daha önce ufak çaplı girişimlerin hepsini aşan, siyasalı da bildik muhalefet kalıplarının ötesine taşıyan bir deneyim yaşadık. Gezi’nin sonuçlarını yeni yeni hissediyoruz. Tartışılmaz olanın tartışılmasıyla birlikte, kimilerinin korku duvarının aşılması değdi, aslında siyasalın yeniden hatırlandığı bir sürece girdik. Yani “bu böyle biline”ci üsluptan kopuş ve “yok ya” diye karşı çıkış. Şimdi kendi aralarında da “bu böyle biline”yi sorgulamaya başladılar. Kendi tanımladıkları özgürlük alanlarının sonuna geldiler. Çünkü bu kavramlar, yukarıdan dayatmalar karşı her zaman tabanın karşı çıkışlarına maruz kalır ve yeniden tanımlanmaktan kurtulamaz.
2013 yazı ve kışı oldukça iki farklı kanattan aynı soruyu ortaya koydu; demokrasinin bir sultanlık rejimine, tek adam yönetimine dönüşmesine karşı, yeniden bir tartışma ortamı yaratılmasını sağladı. Kazananların her iki kanadı da daha önce kendi muhaliflerini ortadan kaldırmak için kirli yollara, demokrasi dışı uygulamalara savruldukları için her ikisinde de bu süreci daha iyi hale getirmelerini bekleyemeyiz.
Kazananların kış savaşını yeniden Gezi yazına çevirmek için, Türkiye muhalefeti ortak olanı kurmak noktasında kendi iradesini göstermeli. Bunun için Gezi’nin yarattığı toplumsal hareketi daha ileri taşımak zorunda. Bunu yapabilirse devletin ve hukukun siyasal tartışmalardan ve sonuçlardan bağımsız olmadığını da ortaya koymuş olacak.
Devleti ve hükümet kavramları birbirine karışmış, devletin anayasal olarak işaretlenmiş televizyon kanalı hükümetin kanalına dönüşmüş, valiler parti memuru olmuş, devletin meşru şiddetini uygulayacak olan kolluk kuvveti tarafsızlığını yitirmiş, sokakta vatandaşlarını öldürüp hesap vermekten kaçmış, savcılar-hukukçular adalet dağıtmak yerine adaletsizliğin ne olduğunu tanımlaya başlamışken yeni bir muhalefetin gereği daha da net hissediliyor. Bu yaşananlar bundan önce olmadı mı? Tabii ki oldu. Ancak yeni bir dönemde, o eskiyi dönüştürememiş olmanın hatalarını da aşmak gerekiyor. Bu yeni durum ancak siyasalın kurucu güçlerini, tartışmacı boyutunu ve tabanın işbirliğini aktif hale getirdikçe mümkün olacak. (YY/EKN)