Başbakan Recep Tayyip Erdoğan şahitlik yaptığı nikâh salonlarından uluslararası toplantılara kadar her yerde evli çiftlere ve evleneceklere üç çocuk nasihatinde bulunuyor malum.
Hatta yakın zamanda Başbakan hızını alamayıp ''Türkiye'de uzun yıllar boyunca doğum kontrolü adına kısırlaştırma operasyonu yürüttüler; bu milleti böylece daraltmak, küçültmek istediler'' dahi dedi.
Şimdilerde hükümet çocuk sayısını arttırmak için teşvik paketleri hazırlamakla meşgul.
''Nüfusumuz ne kadar artarsa o kadar güçlü oluruz''u diline pelesenk eden Erdoğan'ın söyleminin arkasında hem ulus-devletleşme sürecindeki beylik varsayımlar hem de Türk sağının nüfus meselesine dair geleneksel iddiaları yatıyor.
Nerede uygulanırsa uygulansın devletin öncülüğündeki bütün nüfus politikaları (doğumu teşvik eden/pronatalist, öjenist, antinatalist), geçmişte ve bugün için de toplum mühendisliği projelerinin en önemli unsurlarından biri.
Türkiye örneğinde ise cinsiyetçi bakış açısı, kalkınma fetişizmi ve nüfusa dayalı "güçlülük" tutkusu, milliyetçilikten neşet eden nüfus düzenleme teşebbüslerinin ortak noktası.
İttihatçılardan Türk Sağına Nüfus Meselesi
İttihatçılardan erken cumhuriyetin ideologlarına uzanan çizgide, tam da zamanın ruhuna uygun olarak, nüfus artışı ile "devletin bekası" arasında doğrusal bir ilişki kurulur.
Üstüne üstlük etnisist karakterli milliyetçiliğin hegemonik gücü, çoğalması gerekenlerin "sağlıklı" ve "katışıksız" Türkler olduğuna dair iddiayı "bilimsel" bir kisveye büründürür.
Aynı dönemde Mazhar Osman'dan Besim Ömer Akalın'a birçok doktor, devletin doğrudan nüfus işine el atmasını savunur.
1930'larda Ülkü, Yeni Türk Mecmuası gibi Halkevi dergilerinin de en gözde konusudur nüfus meselesi (bkz. G. G. Öztan, 2006). Devlet bu minvalde 1965'e kadar "ırk ıslahı"na (öjeni) da göz kırpan pronatalist (doğumu teşvik eden) bir politika izler.
Bunun sonucunda ise 1955-1960 arasında nüfus artış hızının en yüksek olduğu döneme şahit olunur. Kırılma noktası da tam burasıdır. Toplumsal mobilizasyonun arttığı üstüne üstlük kent-taşra ayrımının bulanıklaşmaya başladığı bir konjonktürde, nüfus siyaseti zamanla değişiverir.
Devlet, 1965'te çıkarılan Nüfus Planlaması Kanunu ile ise doğumları kontrol altına almaya çalışır. Bu müdahalenin kendisi de o günkü sermaye birikiminin özellikleri dikkate alınarak sınıfsal analize tabi tutulmalıdır elbet.
"Yetersiz" kalan 1965 tarihli kanunun tadilatı söz konusu olunca 1970'li yılların ikinci yarısında nüfus meselesi yeniden gündemi işgal etmeye başlar.
Devlet Planlama Teşkilatı'nın 1960'da kuruluşundan itibaren programlandırılan planlı kalkınma projeksiyonuna uygun olarak nüfus artış hızının, bölgelere dağılımının ve elbette aile planlamasının uygulanma boyutlarının devlet tarafından düzenlenmesi bir "gereklilik" olarak kamuoyuna sunulur.
Devlet bu sefer de "cahil" ve "fakir" gördüklerinin üremesini sınırlandırmak niyetindedir. Amaç yine kalkınmadır; ancak üzerindeki yumuşak eldiven anne sağlığı ve aile refahı söylemidir.
Doğum kontrolünün sıkılaştırılması önerilerine Türk sağının hem milliyetçi hem de İslamcı kanadından derhal itirazlar yükselir. Devlet müdahalesini değil bu müdahalenin nüfusu artış hızını düşürme yönünde gelişmesine karşıdırlar.
Bu minvalde dönemin antinatalist siyasetini savunan isimler, derhal ihanetle itham edilir. Tıpkı erken cumhuriyetin ideologları gibi çoğalmayı 'var olma'nın ve 'güçlü devlet'in birincil koşulu olarak gören Türk sağının kalemleri, doğum kontrolünü Marksistler tarafından işlenen ve Türkiye'nin zayıflaması ve parçalanması için tertiplenen bir hile olarak yaftalarlar.
Örneğin A. Sabri, 1977'de "büyük yurt, büyük nüfus, sağlam güvenlik demektir" diye yazar ve ekler "topraklarımızı biz üreyip dolduramazsak, er geç başkaları gelip dolduracak" (Sabri, 1977: 40).
Uğur Tekin ise aynı tarihlerde Türkiye'de Doğum Kontrolü ve Nüfus Meselesi adlı kitabında şöyle yazar: "doğum kontrolü veya nüfus planlaması adı altında yürütülen bu siyasetin esas gayesi Türk Milletini kuvvetsiz, aciz hale getirmekten ibarettir" (Tekin 1977: 105).
Kitabın sonunda ise Türk milliyetçilerinin buna asla izin vermeyeceğini söyler: "Türk milliyetçileri, Türkiye'deki doğum kontrolüne taraftar politikayı reddeder. Türk neslini imha için korkunç bir plan hazırlayan kara ve kızıl emperyalizmin bu tuzağı Türk milliyetçiliği ülküsüne gönül verenler tarafından bozulacaktır"(Tekin, 1977: 26, 27).
İslamcı yazarlar ise Hıristiyanların kendi ülkelerinde doğumu teşvik ettiklerini ama İslam ülkelerinde tam tersi bir siyaset izlediğini iddia ederler.
Onlara göre Müslüman ülkelerdeki doğumu kontrol altına alma siyaseti, tüm dünyada Haçlı zihniyetinin hakim olması için bir adımdır. Elbette bu savların niceliksel ve niteliksel veriler, analizler ve parametreler (eğitim durumu, ekonomik refah vb.) üzerinden ciddi bir karşılaştırma sonucuna dayanmadığı açıktır.
Ama bu pencereden fikir üretenler için çok da önemli değildir zira dört başı mamur bir komplo teorisi olarak tüm dünyanın nüfus artışı üzerinden Hıristiyanlaştırılması tehdidi, Müslüman camiada epey popüler hale gelmiştir.
1960'lı yıllardan bu yana aile planlaması uygulamalarına yapılan itirazların bir diğer kısmı doğrudan kadınlar üzerinden ve "annelik hakkı" çerçevesinde formüle edilir.
Kadını ancak anne olarak değerli gören cinsiyetçi bakış açısı öylesine baskındır ki; anne olmak istemeyen kadın "vatana ihanet" ile suçlanır.
Buna göre Türk kadınının en 'kutsal hakkı' olan annelik "yabancı ideoloji hayranları" tarafından gasp edilmektedir.
Aynı çerçevede kürtajın ve çocuk düşürmenin yasaklanması gerektiğine dair geniş bir yazın milliyetçi-muhafazakâr yazarlar tarafından adım adım inşa edilir. Benzer ifadelere bugün de rastlamak mümkün.
12 Eylül Sonrası
12 Eylül darbesini izleyen günlerde devletin nüfus kontrolü konusunda yeterli etkinliğe ulaşamadığını düşünen askerler, bürokratların yardımıyla yeni bir yasanın yapılacağının ilk sinyallerini verir.
Darbe döneminin Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı Necmi Ayanoğlu, 1981 sonbaharında düzenlenen Yüksek Sağlık Şura'sında şöyle der:
"Nüfus artış hızının azaltılması, anne ve çocuk sağlığının korunması, istenmeyen gebeliklerin tehlikeli ve ilkel metotlarla önlenme alışkanlıklarının sona erdirilmesi için ciddi, plan ve programa dayalı bilimsel ve etkin bir nüfus planlamasını ülke genelinde uygulamanın hazırlığı içindeyiz" (Milliyet, 16.09.1981:3).
Gerçekten de 1983 baharında 2827 sayılı Yeni Nüfus Yasası çıkarılır. Bu yasayla on haftaya kadar istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması ve kadın ile erkek için cerrahi sterilizasyon yasal hale getirilir.
Aynı zaman aralığında çoğu muhafazakâr birçok ismin kürtajı cinayetle eş tutan açıklamalarının birbiri ardına geldiğini de not etmek gerekli.
1990'lı yıllarda nüfus konusu, özellikle milliyetçi çevrelerde bu sefer Türklerin ve Kürtlerin nüfus artış oranındaki muhayyel 'dengesizlik' ve sonuçları üzerinden tartışılır.
En azından bir grup için nüfusun kontrol edilmesi işi etnikleştirilmiş bir meseledir.
Türk sağı içinde düşünebileceğimiz istisnai birkaç isim ise hem bu hesaplara hem de kabarık nüfusu güçlülük alameti olarak dayatan yorumlara mesafeli yaklaşmıştır (Örneğin bkz. T. Akyol, 1992: 15)
AKP'nin Toplum Mühendisliği ve Nüfus Meselesi
Yukarıda özetle bahsettiğim Türk sağının nüfus meselesine bakışının bakiyesini bugün Başbakan'ın açıklamalarında ve AKP'nin kadın bedenine müdahale etmeye yönelik yasal girişimlerinde görmek mümkün.
Erdoğan ve destekçileri, nüfus artışını bir "beka" ve "güç şartı" olarak gören erken cumhuriyetin ideologlarından ve sonraki yıllarda konu üzerine yazan Türk sağının kalemşorlarından hiç de farklı değiller. İddialarını aynı milliyetçi-muhafazakâr temel üzerinden üretip; benzer komplo teorilerine sığınıyorlar.
Nüfus artış hızının düşüşünü bir "iç tehdit" şeklinde tanımlayacak kadar ileri gidiliyor.
AKP'nin toplum mühendisliği projesinin bir parçası olarak en az üç çocuk propagandası meselenin sadece bir yönü. Bu paralelde kürtajın yasaklanması için hükümetin fırsat kolladığı da hesaba katınca manzara tamamlanıyor.
Elbette bu ısrarın bugün kapitalizmin Türkiye'de geldiği nokta, değişen sermaye birikimi ve bu çerçevede "yeni" sermayenin ihtiyaçları ile yakından ilişkili olduğu açık.
Aynı zamanda bölgesinde emperyal özlemleri olan, ülke içinde de kamusal alanla yetinmeyip özel alanı da şekillendirmek isteyen otoriter-muhafazakâr zihniyetin açık bir yansıması. Devletin teknolojik altyapısının geldiği nokta düşünüldüğünde iktidarın gözetleme, denetleme ve fişleme kapasitesindeki artış otoriter müdahaleciliği daha da korkunç bir hale getirebilir; hâlihazırda süreç başladı zaten.
Bu nedenle Başbakanın ve AKP'nin müdahaleci tavrına karşı politika üretmek, sadece feminist siyasetin değil tüm özgürlükten ve emekten yana olanların görevi. (GGÖ/BA)
* Bu yazı BirGün Pazar'da 3 Şubat 2013 tarihinde yayımlanan "Sağın Nüfus Problemi" adlı yazımın genişletilmiş halidir.
** Güven Gürkan Öztan, Yrd. Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi Siayasal Bilgiler Fakültesi
Kaynakça
Akyol, T. (1995) "Aile Planlaması", Milliyet, 28 Eylül
Öztan, G, G. (2006) "Türkiye'de Öjeni Düşüncesi ve Kadın", Toplum ve Bilim, Sayı: 105, 2006
Sabri, A. (1977) Çağımızda Nüfusun Önemi ve Türkiye'nin Nüfusu, Türk Kültür Yayını, Özdemir Basımevi
Tekin U. (1977), Türkiye'de Doğum Kontrolü ve Nüfus Meselesi, İstanbul: Orkun