Ankara Katliamı ve çağrıştırdıkları
10 Ekim 2015 günü Ankara’da “Barış, demokrasi ve emek ” konulu izinli bir miting tertiplendi. Değişik illerden gelen yurttaşlar miting yerine gitmek için Ankara garında toplanmışlardı. Katılımcılar bayram havası içinde miting saatini bekliyorlardı.
Kalabalığın yoğunlaştığı bir anda art arda parça tesirli iki bomba patlatıldı. 100 insan yaşamını kaybetti ve 65’i çok ağır olmak üzere yüzlercesi de yaralandı.
O gün Ankara’da yaşanan bir toplu kırımdı. Toplumda büyük infial yarattı. İnsan olan ve insana saygısı olan herkes derin bir acı içinde katillere lanet okudu. Masum yurttaşların can güvenliğini sağlamakta yetersiz kalan ya da bilerek ilgisiz kalan idareye karşı da büyük bir öfke oluştu.
Cinayet mahalline koşan öfkeli vatandaşlar ve siyasi şahsiyetler katliamı lanetlerken, katliamı kimin ve ne amaçla yapmış olabileceği sorusuna da yanıt bulmaya çalıştılar. Basının sorularına muhatap olanların cevapları meşreplerine ve siyasal eğilimlerine göre farklıydı.
Örneğin bir bakan Ankara katliamını, “HDP’nin seçim şansını arttırmak için onlar tarafından yapılan bir eylem” olduğunu iddia etti. “Diyarbakır mitingindeki bombalama eyleminin de aynı amaçla yapıldığını” örnek gösterdi. Bir diğer siyaset adamı da aynı amaç için PKK’yi suçladı. Başka bir sayın bakan Ankara katliamını “yabancı bir devletin tertiplemiş olduğunu” söylemekte sakınca görmüyordu.
Başbakan Davutoğlu ise Ankara Katliamını İŞİD ve PKK’nin ortaklaşa yaptıkları bir eylem olduğu garabetini ortaya attı. Elbette yurt dışında kanlı bıçaklı olan bu iki örgütün Türkiye’de ortak bir eylem yapabilecekleri düşüncesini akılcı ve sağlıklı bulmak mümkün değildi. İhtiyatlı hareket edenler ise PKK, DHKP-C, İŞİD vb. terör örgütlerden birinin yapmış olabileceğini ileri sürdüler.
Vatandaşların önemli bir bölümü de toplantının güvenliğini sağlayamayan ya da sağlamada yetersiz kalan hükümeti suçlamaktaydı. HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ise “Bu, devletimizin, milletimizin birliğine yapılan bir saldırı değil, devletimizin halkımıza yaptığı bir saldırıdır” tarzında bir açıklama yaptı.
Görsel ve yazılı basında sorumluluk mevkiindeki bakanların ve AKP sözcülerinin yaptıkları akıldışı ve irrasyonel açıklamalar üzerinde duran olmadı. Bunlara dönük hiçbir eleştirel suçlama yapılmadı. Ama AKP yandaşı ile diğer büyük basında Selahattin Demirtaş’ı hedef alan ağır bir suçlama kampanyası başlatıldı.
Bizzat Başbakan’ın da katıldığı bu suçlama kampanyasında, Demirtaş’ın açıklaması, sözde teröre karşı birlik arayan hükümet başkanının HDP ile görüşmekten imtina etmesinin gerekçesi olarak kullanıldı.
Basında Başbakanın bakanların ve iktidar sözcülerinin ciddiyetle bağdaşmayan uçuk ve mantıksız açıklamalarına ilişkin eleştirel tek bir söz edilmediği halde, Türkiye siyasal yaşamının bir gerçeğini yansıtan Demirtaş’ın açıklaması ağır suçlamaların hedefi olmakta devam ediyor.
Kanımca, bu saldırgan davranışı sürdürmedeki amaçlardan ilki “kutsal devlet” kavramının arkasına saklanarak gerçeği örtbas etme gayretkeşliğidir.
Devlet ve faili meçhul cinayetler
Bu ülkede yaşayan herkesin çok iyi bildiği gibi Türkiye’de işlenen “faili meçhul” cinayetlerin hem sorumlusu, hem de koruyucusu devlettir. Devlet denince, toplumda, dokunulamaz, eleştirilemez, soyut ve kutsal bir yüce varlık algısı yerleşmiştir. Oysa devlet somut insanlardan oluşan bir hizmet örgütüdür. Ve siyasal iktidar tarafından yönetilir.
Siyasal iktidarlar, meşru olmayan eylem ve edimlerini “Devletin yüce çıkarları” için yapılmış hizmetler gibi sunmakta ve yönlendirdikleri cinayetlere koruma sağlamaktadırlar. Kuşkusuz devlet adına işlenen cinayetler devletin başında bulunan yetkili kişiler tarafından açıktan verilen emirlerle değil, onların ima yollu direktifleri ya da örtülü kararları doğrultusunda görevli güvenlik elemanları ya da önceden kurulu örgütler tarafından gerçekleştirilir.
Türkiye’nin yakın tarihinde “devletin yüce çıkarları uğruna” yapıldığı söylenen binlerce hukuk dışı eylem yapılmış, cinayet işlenmiş ve örtbas edilmişlerdir. Kamuoyunun yakından bildiği kimi olayları hatırlayacak olursak Demirtaş’ın Ankara katliamı için “Bu (…) devletimizin halkımıza yaptığı bir saldırıdır” tarzındaki açıklamasının hiç de afakî ve dayanaksız bir açıklama olmadığı kolayca anlaşılır.
Türkiye’de, iktidarların isteği doğrultusunda, sözde devletin çıkarı için yapılan ve yine onun tarafından korunarak örtbas edilen eylemleri yapmakla görevli açık ya da gizli çalışan örgütlerin varlığını bilmeyen yoktur. Örneğin “Özel Harp Dairesi” bu amaçla oluşturulmuş bir örgüttür. Sahra Talimatnamesi 31-15 başlıklı belgede bu örgütün görevleri şöyle belirtilmektedir: “Adam öldürme, bombalama, silahlı soygunculuk, işkence, kötürüm bırakma, adam kaçırmak suretiyle tedhiş ve olayları tahrik, misilleme ve rehinelerin alıkonulması, kundakçılık, sabotaj, propaganda ve yalan haber, zorbalık, şantaj…” Talimnamenin 9. maddesi de tüm bu eylemlerin kanuni kovuşturmanın dışında tutulduğunu belirtmektedir. Madde aynen şöyledir: "Gayri nizami kuvvetin yer altı unsurları kaide olarak kanuni statüye tabi değildir.” [1]
Özel Harp Dairesi Başkanlığı da yapan emekli. Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu "6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı” diye ifade etmektedir.
Olay 6-7 Eylül 1955’te Rum asıllı vatandaşları hedef alan ama gayrimüslimlerin tümünü kapsayan pogrom türü bir saldırıdır. İki gün süren olaylarda İstanbul'da 16 Rum öldü, onlarcası yaralandı, 73 Rum kilisesi, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır, 3 bin 584'ü Rumlara ait olmak üzere 5 bin 538 gayrimenkul yakılıp yıkıldı. Kimi saptamalara göre 50 kimisine göre 200 gayrimüslim kadına tecavüz edildi. Milyarlarca lira maddi hasara neden olmuş, devletin örgütlediği bu olay Türkiye tarihinde bir yüzkarasıdır.
Başbakan Tansu Çiller 1994’te basın temsilcilerine hitaben “elimde PKK’ye maddi yardım yaptıkları saptanan 60 kişilik bir liste var. Bunlardan hesap sorulacak” mealinde bir açıklama yaptı. Açıklamayı izleyen günlerde birbiri arkasından kimi Kürt işadamı ve aydınlar kaçırılarak katledildi. Maktul yakınlarının 20 yıl boyunca yaptıkları başvurular yanıtsız kaldı. Devletin koruması altında işlenen bu cinayetler “faili meçhul” cinayet olarak kapatılmak istenmekteydi. Zamanaşımına birkaç ay kala infaz timi içinde yer alan bir polis memurunun itirafıyla ancak bir yıl önce dava açılabildi. Yargılama son derece ağır ilerlemekte. Davanın, ‘dava zamanaşımı’ ile ortadan kaldırılması olasılığı yüksektir. Bu seri cinayetler de devlet adına ve devletin görevli elemanları tarafından işlendiği açıktır.
Yine Başbakan Çiller güvenlik bürokrasisinin başındaki bakanlara ve MGK Genel Sekreterliğine gönderdiği 1 Aralık 1994 tarihli bir genelgede Kürt medyasından Özgür Ülke adlı gazeteden uzun uzun şikâyet ettikten sonra şu isteğini dile getirmektedir. “Devletin bekasına yönelik açıkça bölücülük yapan terör örgütlerine destek veren bu tür yayın organları ile etkin mücadele edecek yöntemlerin tespit edilmesi maksadıyla derhal bir çalışma yapılarak belirlenen yöntemlerin kısa sürede yürürlüğe konulması için gereğinin yapılmasını rica ederim.” [2] Bu genelgeden üç gün sonra gece sabaha karşı saat 02.00’de Özgür Ülke gazetesinin merkezi bombalanarak berhava edildi. Gazete çalışanlarından bir kişi öldü 17 kişi de yaralandı. Aynı gece gazetenin Çağaloğlu’daki İstanbul bürosu ile Ankara ve Adana büroları da bombalanarak tahrip edildi. Failler hiçbir zaman bulunmadı ve olay yargıya intikal etmedi. Yıkım ve maddi hasarla birlikte gerçekleştirilen bu öldürme olayının da devlet tarafından işlenen bir cinayet olduğu yadsınabilir mi?
Susurluk olayı, devletle ilgili cinayetler kategorisinin en önemlilerindendir. Olay yargıya intikal etmiş ve başta eski Emniyet Genel Müdürü, İçişleri Bakanı Mehmet Ağar olmak üzere devlet adına pek çok suça katılan ve cinayetler işleyen güvenlik görevlileri İstanbul DGM’de yargılanarak mahkûm olmuşlardır. Susurluk Davası, devletin cinayet işlediğinin mahkeme kararı ile belgenmiş olması nedeniyle tarihsel önemde bir olay olarak anılmaya değer.
DGM Kararı ile oluşturulan cinayet örgütü: TBMM “Susurluk ve Bağlantılı Olayları Araştırma Komisyonu”nda ifade veren Emniyet Genel Müdürlüğü eski İstihbarat Dairesi Başkanı Hanifi Avcı şu açıklamayı yapıyor: “… Terörle mücadelede, hukuk içinde kalınarak bir yerlere gidilemeyeceği görüldü. Bunun üzerine terörle mücadele ve istihbarat için hukuk dışı bir yapılanmaya gidildi. Terörü teröristlerin yöntemiyle yok etme kuralı seçildi. Bu devletin üst kademelerinde alınmış bir karardır. Bunu uygulamaya koyan devletin üst kademelerinin arkasında kimler vardı, onu bilmiyorum” [3]
Aynı konuda gazeteci yazar İsmet Berkan bizzat gördüğü gizli bir dokümana dayanarak şunları yazmaktadır: “…Bu satırların yazarının gördüğü bir MGK dokümanında, kurulacak organizasyonun şeması ve bu organizasyonda görev alacak kişilerin isimleri yer alıyordu. İsimler arasında Abdullah Çatlı da vardı. Örgütte Özel Tim’den polisler, bazı askerler ve Çatlı’nın bazı arkadaşları da yer alacaktı. (…) Bu yeni mücadele yöntemi 1993 sonbaharında onaylandı. Siz deyin Gladyo, ben diyeyim Özel Örgüt, MGK tarafından alınan bir kararla kuruldu”.[4]
İsmet Berkan daha sonraki bir yazısında aynı iddiayı yineleyerek şunları yazdı: “… Bu doküman, MGK Genel Sekreterliği tarafından hazırlanmış 23-24 sayfalık bir belgeydi. Dokümanda, aralarında Abdullah Çatlı ve Haluk Kırcı gibi isimlerin de bulunduğu 26 sivil, Özel Harp Dairesi’nden 7 subay, Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekât Dairesi’nden 12 polisin bir grup oluşturacağı, bu özel grubun PKK’nin lojistik desteğini kesmek için çalışacağı yazılıydı.”[5]
Bu örgütlerin daha sonra PKK’den kaçan itirafçılarla çalıştıkları onların yol göstermeleri, isim ve adres belirlemeleriyle Güneydoğu illerinde onbinlerce cinayet işlendiği ve bunların örtbas edilerek ‘faili meçhul cinayet’ adı altında unutulmaya terk edildikleri biliniyor. Bu cinayetlerin de devlet adına ve devleti yönetenlerin direktifiyle işlendiği kamuoyunun malumudur.
Türkiye’de hemen herkes devletin şu veya bu nedenle kendi öz vatandaşlarını katlederek cinayetler işlediğini kendi yaşam deneyi ile bilmektedir. Devletin açık ya da dolaylı girişimiyle yakınlarından birini ya da birkaçını kaybetmeyen pek az vatandaş vardır. Son 20-30 yıl içinde Kahramanmaraş, Çorum, Malatya ve Sivas’ta işlenen toplu öldürme olayları devletin dolaylı biçimde methaldar olduğu toplu cinayetlerdir. Daha yakın zamanda işlenen Malatya zirve katliamı, Rahip Santorini olayı ve Hırant Dink cinayeti de devletle bağlantılı cinayetlerdir.
Ankara Katliamı da Devletle bağlantılı bir cinayettir. HDP’nin 7 Haziran seçimlerine parti olarak katılmaya karar vermesi Saray’da ve AKP çevrelerinde büyük bir sarsıntı ve kızgınlık yarattı. Özellikle Demirtaş’ın muvazaa suçlamalarını boşa çıkarmak için Erdoğan’a hitaben “Seni Başkan yaptırmayacağız, Seni Başken yaptırmayacağız, Seni Başkan yaptırmayacağız…” sözleriyle yaptığı açıklama Demirtaş’a ve HDP’ye karşı duyulan infiali derinleştirdi. Sayın Erdoğan’a göre AK Partinin tek başına iktidar olamayışının nedeni HDP’nin parti olarak seçime girmiş olmasıdır. Bu nedenle başlatılan HDP karşıtı suçlamalar seçim sürecinde olduğu gibi, seçim sonrasında da hız kesmeden devam etti.
HDP’yi ve Demirtaş’ı hedef alan suçlama kampanyasını bizzat sayın Erdoğan başlattı. Sayın Cumhurbaşkanı katıldığı ve düzenlediği her toplantıda Demirtaş başta olmak HDP’yi ve yandaşlarını hatta ona HDP’ye oy veren vatandaşları hedef alan ağır sözlerle suçlamayı sürdürdü. HDP’nin, terör örgütünün uzantısı ve gayri milli bir parti olduğunu, PKK’ye üye sağladığını ve ona destek olduğunu iddia ediyordu. HDP mensuplarının ve ona oy verenlerin ahlakiliğini tartışma konusu yapıyor ve HDP’lilerin cinsel sapıklıkla malul olduklarını ima eden konuşmalar yapıyordu. Başbakan Davutoğlu ve AKP’nin önde gelen yöneticileri de HDP’yi, Demirtaş’ı ve parti yandaşlarını aynı nitelikteki ifadelerle suçlamaya katıldılar. HDP seçimlerde 6 milyonu aşkın oy olarak 80 milletvekili ile parlamentonun üçüncü partisi olduğu halde suçlamalar devam etti. Üstelik Başbakan ve AKP tarafından mecliste de soyutlanmaya başlandı. Sayın Erdoğan’ın PKK ile çatışmasızlığa son verme kararı ile başlayan ve devam eden bugünkü silahlı mücadele sürecinde de HDP’ye dönük suçlamaları artarak devam ediyor. HDP sürekli dışlanarak ötekileştirildi. AKP'ye yakın toplum kesiminde ve PKK ile savaşan güvenlik güçlerinde HDP’ye karşı yok edilmesi gereken bir düşman algısı oluştu. Aylardan beri devam eden HDP’ye dönük ağır suçlamaların belirlediği siyasal, sosyal ve psikolojik ortamda yapılan Diyarbakır’daki seçim toplantısına, Suruç’ta toplanan HDP yandaşı gençlere ve Ankara’daki Barış ve Demokrasi mitingine katılacak halka karşı İŞİD militanları tarafından aynı nitelikte üç ayrı bombalı saldırı yapıldı. Diyarbakır’da 4 HDP üyesi, Suruç’ta 34 üniversiteli genç ve Ankara’da 102 aydın ve emekçi vatandaş hayatlarını kaybetmişlerdir. Bine yakın vatandaş da yaralanmıştır. HDP’nin Eşgenelbaşkanı Selahattin Demirtaş haklı olarak bu kanlı eylemleri “(…)devletin millete karşı yaptığı bir saldırı” olarak nitelemektedir.
Kuşkusuz bu öldürme olayları devleti temsil eden sayın Cumhurbaşkanı, sayın Başbakan ya da güvenlikten sorumlu sayın Bakanlardan biri tarafından verilen açık bir emirle işlenmiş cinayetler değildir. Ama aylardan beri lanetlenen, ötekileştirilerek düşmanlaştırılan HDP’ye ve onun yandaşlarına karşı AKP yanlısı toplum kesiminde, özellikle de güvenlik güçlerinde bir hınç, bir intikam duygusu ve cezalandırma arzusu oluştuğunu yadsımak mümkün değil. Nitekim araştırmacı gazetecilerin ortaya koydukları somut ve belgeli gerçeklerden anlaşıldığına göre, katliamları yapan İŞİD militanlarının güvenlik güçleri tarafından tanındıkları, adım adım izlendikleri ve aralarında yaptıkları telefon konuşmalarının tape edilerek yazılı metin haline getirildiği, hatta nerede ve ne zaman eylem yapacakları dahi biliniyordu. Dolayısıyla da bu cinayetlerin önlemesi mümkündü.
Eldeki verilere göre önlenmesi mümkün olan bu cinayetlerin önlenmemiş olması bir yana yaratılan husumet ortamında HDP’ye karşı oluşan düşmanca hınç ve intikam duygularının etkisiyle katillerin himaye gördükleri ihtimali de varittir*. Tüm bu nedenlerle Türkiye’yi yasa boğan Ankara katliamının yukarıda örneklerini verdiğimiz diğer eylemler gibi Devletle bağlantılı bir cinayet olduğu yadsınamayacak kadar açıktır. Sayın Demirtaş’ın “Bu, devletimizin, milletimizin birliğine yapılan bir saldırı değil, devletimizin halkımıza yaptığı bir saldırıdır” açıklaması duygusal bir tepkinin yansıması değil, somut bir gerçeğin ifadesidir. Bu ifadeye dayanarak sayın Demirtaş’a yapılan saldırılar ve yöneltilen suçlamaların hiçbirinin gerçek dayanağı yoktur. Bu haksız saldırıların başlıca nedeni HDP’nin parti olarak seçime katılma kararı almak suretiyle AK Parti’nin tek başına iktidar olmasını önlemesi ve Sayın Erdoğan’ın Başkanlık hayallerini akamete uğratması ile oluşan hayal kırıklığına bağlı derin düşmanlıktır. (TZE/HK)
* Akla yakın.