“…Halkıma benziyordun, bir yanın göç bir yanın toprak kokuyordu hep. Gezmediğim yerin kalmadı; bazan yasaklandın bana, bazan bir suç gibi boynumda taşıdım seni. Yedi telli sazımla bile anlatamadım. Sen bir uçurum gülüydün, ellerimi her uzattığımda bin kırıkla geri döndüm…”
Dersim'i yıllar önce bu sözcüklerle anlatmaya çalışmıştım. Biz şehrimizi, coğrafyamızı adıyla anarken, adından ötede anıyor olduk, hep. Hemen yanımızda veya kilometrelerce uzağımızdaki adaletli toplumlarla müşareketimizin temelini bu benzerlik sağladı. Bıkmadan, usanmadan 'Dersim' diyebilmenin inancını duyumsadık.
13. Munzur Kültür ve Doğa Festivali'ne giderken hatırlamak ve hatırlatmak istediğimiz o kadar çok şey var ki... Bunlardan birinden, "yıldızlaşan ölümü" ve bu ölüm acısının sindiği ana yüreğinden söz edeceğim. Ne kadar fazla ve ne kadar da gençtiler ölürken; nihayetinde bir ırmak olup aktılar, tarihteki ölümsüzlük deryasına…
Yıldız, teyzemin küçük kızıydı. En küçüğü. İncecik boyu, gece gibi uzayan simsiyah saçıyla, hatırladığımda âdeta bir ceylan gibi, onun gibi özgürce kırlarda koşuyor. Yıllar sonra Avrupa’dan dönüşüme herkesten çok sevinen o idi.
Her konuda çok heyecanlı ve alakalı biriydi. Ağır baskılar yaşamış olduğu zamanların onda oluşturduğu öfkeyi ister dinleyin, ya da gözlerinden okuyun. Etkisi aynıydı. Hep dağlarda olmak, hatta dağların kızı olarak anılmak isterdi. Yıllar sonra dağa çıktığını ve pusuya düşürülüp katledildiğini duyunca sarsıldım. Sarsılmak da değildi; yıkılıyor ve yanıyordum sanki.
Saçları savruldu zihnimde. Hem konuşup ve aynı anda gülmesi zor olabilir insanın. Ona kolaydı. Gözleriyle gülümsüyor, onlarla kahkaha atıyordu.
Dağ pınarları gibi dudaklarından dökülen sözcükleri çınladı durdu kulağımda. Kulak çınlamasının aslı buymuş meğerse. Artık teyzemi ziyaret ettiğimde canım yanacaktı ve tahmin etmeler hiç bu kadar hevesimi kırmamıştı. Onun muzipliklerini özleyecektim.
Çaresizlik ve sabır arasında müthiş bir ilişki var. Sabır mümkün ama sabretmeye de sabırsız olarak. Albert Camus, "Çekip gidene her şey mizah, kalıp bekleyene ise şiir" demiş. Şiir gibi, duyguyla bekleyerek...
Yıldız için böyle bir katlanışı seçmiştim. Her insan bana göre kendisinden önce kaybettiği her canı asıl kendisi öldüğünde kaybediyor. Yaşarken kaybettiklerimizi bir biçimde kendimizde yaşatıyoruz.
Onunla son sohbetimizi hatırlıyorum. Gecenin bir vaktinde köye gelen o dağ sevdalı çocuklardan söz ederken gözlerinin içinin nasıl parıldadığını...
Yıldızlardan bir yıldız olup sonsuza parlayacağını o an söylemiş, o an anlamamıştım. Galiba artık anlamak için tam zamanıydı. Belki de anlamak istemiyordum; bir çocuktu gözümde ama milyonlarca yıldıza karışmak sevdasına kapılacak kadar da büyük.
Tutkusu erişilmez, boyun eğdirilemez dağlarının parlak bir yıldızı olup karanlığı aydınlatmakmış. Yıldız’ı teyzemlerin köyüne yakın bir dağ köyünde, üstelik de hain mi hain bir pusuda vurmuşlardı...
Teyzemi düşündüm; böylesi acıya yaşlı yüreğinin nasıl dayanacağını sorup durdum kendime. Diğer kızları birer göçmen kuştu. Yıldız bir serçeydi, yanında teyzemin. Ne kışta, ne yazda. Ve hiçbirimizin anlayamadığı kadar büyürken, teyzemin kalbinde küçücüktü.
Belki de Yıldız tarlada, bahçede, evde, dağda, bayırda her an teyzemle olduğu için, yaşamı paylaştığı için böylesine ayrıcalıklıydı. Paylaşıma aşık bizler için bu haliyle anlaşılırdı. Ve teyzemin sevgisini, acını içselleştirince, şu şarkıyı haykırdım:
Mor dağların yıldızı
Hüzünlere saldın bizi
Dersim'in kınalı kızı
Yüreğimdeki sızı
Yıldızım yıldızım
Dağlarda çalan sazım
Bahar geldi güller açtı
Neredesin gülnazım
Mor dağları sardılar
Canımdan can aldılar
Gecenin karanlığında
Yıldızımı vurdular
Yıldızım yıldızım
Dağlarda çalan sazım
Bahar geldi güller açtı
Neredesin gülnazım
“Ölüm nerden gelirse gelsin, hoş gelmiş sefa gelmiş” diyerek yaşadığımız bir kuşağın çocukları olarak büyüdük. Bu yürüyüşte, ölüm, yaşamdan önce tanıdık olduğumuz ve her seferinde kendimizi hazır kıldığımız bir düş gibiydi. Hayata gözlerimizi açarken bile ölümün gerçek yüzüyle karşılanmış, bu gerçeklik hayatımızın her evresinde bizi bir gölge gibi izlemişti. Böyle "düşsel bir gerçeklik" haline gelen ölüm, her seferinde aramızdan birilerini alıp götürüyordu. Ve yakınımızdan, kanımızdan, canımızdan birileri ardı ardına eksiliyor; biz onların izinden, onlar gibi ölümü yaşamak için büyük bir istek ve arzu içine giriyorduk.
Ölüm niye ille de bizim içindi; onu bize çekici kılan neydi? Çocukluğumuz, büyüklerimizden dinlediğimiz "ölümcül" hikâyelerle geçti. Ve en güzel ağıtlar, en güzel türküler hep ölümü anlatıyordu... Bunda ölümün bu denli kutsanmış olmasının da payı vardı. Ya da ölümden öte, uğruna ölünen şeylerin kutsal payı. Ama esas olan yaşadıklarımızdı, yani Dersim tarihine sinmiş ve hala sığındıkları mağaralarda katledilen insanlarımızın kemikleriyle yüzleşilmeyen, bir Dersim... (FT/HK)
* Festival programı için tıklayın.