1990’lı yıllarda Dersim başta olmak üzere Kürdistan coğrafyasında görülmemiş bir kıyım ve zulüm yaşatıldı. Köyler boşaltıldı ve devletin bizzat örgütlediği karanlık-derin güçler birçok insanımızı katletti. Köylerde yaşam adına ne varsa yok ettiler. Evler yakılıp yıkıldı. Köylüler canlarını kurtarmak için kentlerin varoşlarına sığındılar. Özellikle Elazığ’a yerleşmiş olan insanlarımızın yaşadığı acının tanığı olduk çoğu kez.
"Ağacın dalını kırsak azar işitirdik, şimdi ormanlarımız yakılıyor"
Elazığ İHD’deki bir buluşmamızda yaşlı bir Dersimli şunları söylemiş ve not etmiştim: “Köyde ağacın bir dalını kırmaya kalkıştığımızda babamızdan büyük azar duyar ve dayak yerdik. Ama şimdi gözbebeğimiz ormanlarımız yakılıyor, yıkılıyor ve bizler çaresizlik içerisinde izliyoruz.”
Aradan geçen bunca zamana rağmen Dersimliler için hayat sanıldığından zor geçmişti. 1994 yılının tahribatı üzerinden yeni bir hayat kurmak kolay olmamıştı. İmkanı olanlar köylerinden evlerinin yıkıldığı yerde yeniden sığınabilecekleri kadar evler yaptılar. İmkânsızlıklar nedeniyle köylerinde kurdukları derme çatma çadırlarda idare eden insanları gördüm. Son iki yıldır köylere geri dönüşlerin sağlanması için yürüttüğümüz çalışmalar oldu. Özellikle Dersim merkeze bağlı köylerde bir canlanma ve yeniden bir yaşam kuruldu.
Her şeyin çok daha iyi olacağı ve köylerimizin, dağlarımızın özgürce gezilebilen, yaşanılan alanlar haline dönüşeceği sevinci, Tayyip Erdoğan’ın savaş kararıyla yeniden karartıldı. Tıpkı 1994’te olduğu gibi insanlarımız kendilerini yeni bir korku ve telaşın içinde buldular.
AKP iktidarı, savaş konseptinin bir parçası olarak birçok kenti olduğu gibi Dersim’i de geçici askeri güvenlik bölgesi kapsamına aldı (1 Eylül'de ilan edilen geçici askeri güvenlik durumu 1 Mart 22016'ya kadar sürecek). Bu konsept dahilinde alınan kararlar doğrultusunda ormanlar yakılıyor. Ardından birçok köye yapılan tebligatlarla köylerin boşaltılması aksi halde gelişecek olumsuzluklardan devletin sorumlu olmayacağını beyan ettiler.
Yeniden insanlarımızın kendi evlerine, tarlalarına, yaylalarına giriş-çıkışlarının yasaklandığı bir süreç başladı. Bu durum kuşkusuz halkta büyük bir korku ve telaşın sebebi oldu. 90’lı yıllara geri mi dönülüyor, yeniden faili meçhul cinayet-katliamlar mı yaşanacak, şeklinde endişe başladı. OHAL uygulamalarını anımsattı ve hafızalarda OHAL döneminde yaşanan acılar yeniden canlandı.
“Bu kez köylerimizi terk etmeyeceğiz”
DAM (Dersim Araştırmaları Merkezi) adına Dersim’in Hozat ilçesine bağlı boşaltılmak istenen köyleri gezdik ve köylüleri dinledik. DAM Üyesi Hüseyin Ayrılmaz, Munzur Doğal Yaşamı Koruma Derneği adına İsmail Ateş ve Dersim Ekoloji Meclisi adına Devrim Yücel ile birlikteydik.
Gördüklerimiz ve duyduklarımız bu kez durumun 1994 yılıyla kıyaslanmayacak kadar farklı olduğunu gösteriyordu. Kararlılık vardı. “Ölüm pahasına da olsa direneceğiz” diyordu, Birsen Ana, şunları ekleyerek: “90’lı yıllarda köylerimiz yakılıp yıkıldı ve çaresizce köylerimizi terk etmek zorunda bırakıldık. Bu kez aynı şeyi yapacağımızı kimse beklemesin. Devletin bu kararını tanımıyoruz ve kendi topraklarımızı asla terk etmeyeceğiz. Buyursun devlet, köylerimizde şimdiden bize yeni mezarlar kazsın. Burada öleceğiz ama terk etmeyeceğiz.”
Birsen Yıldız Ana, Boydaş köyünde yaşıyor. Boydaş 1994 yılında devlet tarafından yakılmış bir köy. Gözleri dolarak, o yıllardan bahsetmeye başlıyor:
“Bir gün öğle vaktiydi ve bizler her zaman olduğu gibi davarımızla ilgileniyorduk. Uzaktan askerin geldiğini gördük ancak askerin köyümüze yönelik bir saldırı içinde olabileceğini aklımıza getirmedik. Köye dayanan asker ‘siz ne diye hala burada kalıyorsunuz, yüklenin ve defolun’ dediler. Eşim evde yoktu ve çocuklarım küçüktü. Bir taraftan da çocuklarımın babasının gelmesini istemiyorum. Korktum, gelirse götürür öldürürler, diye. Akşama doğru çocuklarımın babası çıkıp geldi. Gelir gelmez hemen bir dereye götürdüler. Demişler ki, ‘bu mezrada senin evin tek, sen ne diye burada kalmaya devam ediyorsun, diğer köylüler terk etti.’ Akşam saatlerine doğru karşı köylerimizde ağlama çığlıklar yükseldi. Dumanlar yükseliyor ve kadınlar, çocuklar ağlıyordu. Evleri tutuşturmuşlardı. Tam bir felaket yaşanıyordu. Gördüğümüz bu manzara karşısında çaresizce oturup karar verdik. Eşyalarımızı biz de yüklendik ve o zaman Elazığ’a doğru yola çıktık. Elazığ bizim için kabus dolu günlerimizin geçtiği bir kent oldu. Dayanamadık, oradan yeniden bu kez Hozat ilçesine döndük. Köydeki evlerimiz yakılmış-yıkılmıştı. Hatta insanların eşyalarını, yatak ve yiyeceklerini almalarına bile izin vermemişlerdi. Komşu köylerimizi de yakmışlardı.”
Sarılıyorum kendisine bir daha aynı şeyleri yaşamak zorunda olmadığımızı söylüyorum.
“Avukatlar para kazanmak için davanın önünü kestiler”
Hüseyin Ayrılmaz, sorularına devam ediyor. Birsen Ana da Elazığ’dan yeniden Hozat’a nasıl dönüklerini anlatmaya başlıyor:
“Hozat’a yerleştikten sonra fırsat bulduk. Evlerimizin yıkıldığı köylere hiç olmazsa yazın geliyorduk, çadırlarda yaşamaya çalışıyorduk. Yıllardır yıkılmış evlerimizin yerine yeniden bir odalık da olsa ev yapmak istedik. Ama biz yoksuluz, imkanımız olmadı. Gel zaman git zaman devlet burada yarattığı tahribat için köylülere zarar ziyan davası kapsamında para verdi. Bazılarına 20, bazılarına 30 ve bazılarına 50 bin liraya kadar paralar verdi. Bu parayla da bizim davamızın kapanmasını istediler. Bu para zaten köylerimizden kovulduktan sonra dışarıda yaşadığımız zamanlarda fazlasıyla harcadıklarımızı karşılamaktan uzaktı. Peki, evlerimizi yapmak için bu yeter miydi? Yaşadığımız bunca sıkıntının karşılığında verilen bu para ihtiyacımızı karşılamaktan uzaktı. O zaman bazı avukatlar da bize sahip çıkmadılar. Bizi beş kuruşa muhtaç ettiler. Biz o parayı almasaydık belki bugün devletin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) daha kolayca yargılanmasını sağlayabilirdik. Ama avukatlar para kazanmak istiyordu, kusura bakmasınlar ama onlar kendileri için bu davanın önünü kestiler.”
“90’lı yıllarda niyetleri ikinci 38’i yaşatmaktı”
Birsen Ana’ya devletin neden köylerimizi boşalttığını ve sürekli aynı uygulamalarla, acılarla bizi karşı karşıya neden bıraktığını soruyorum. Anamızın anlattıklarını sevgili İsmail Ateş kamerasıyla kayıt altına alıyor:
“Bu devlet ‘38’de yapmadığını bırakmadı. Hayatta hiçbir insan kalmasın, dediler. Köyleri yaktılar ve insanlarımızı öldürdüler acımasızca. Allah o günleri bir daha bize yaşatmasın. ‘90’lı yıllarda asker köyümüze geldiğinde ‘eyvah’ dedik, yine ikinci bir ‘38 yaşatacaklar bize, diye korktuk. Haksız değildik aslında, niyetlerinin öyle olduğunu biliyorduk. Köylerimizi yeniden yaktılar ve bizleri açlığa sürdüler. Rezilce yaşadık. Şimdi sorarım ben de, nedir bizim bu devletten çektiğimiz? Artık rahat bıraksın bizi. Şimdi gelmişiz kendi köyümüzde onların yarattığı bu enkazın üzerinde yaşamaya çalışıyoruz. Bildiri dağıtıyorlar, ‘çıkın’ diye. Canınız cehenneme! Çıkmıyoruz. Bizi bu sefer buradan çıkaramazsınız. Aha burada onların yarattığı mezarlık var. Birçok kişi orada yatıyor. Gelsinler o mezarlığın yanında yeni mezarlar açsınlar ve bizi oraya gömsünler. Ama bize köyünüzden çıkın demesinler. Burası bizim toprağımız, mezarımızdır.”
Birsen Ana’ya ve hemen yanımda oturan eşine çocuklarını soruyorum. Nerede yaşadıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatıyor. Köylerinin çok güzel bir köy olduğunu söylüyor Hüseyin Ayrılmaz ve Birsen Ana yerine bu sefer eşi söze karışıyor, yukarıda yıkılmış ve harabeye dönmüş taş evleri gösteriyor, şöyle diyerek: “Orada bir hayat vardı zamanında ama yok ettiler. O taş evleri nasıl yıktılar eviniz batsın hiç mi vicdan yoktu. Öyle bir yakıp yıkmışlar ki, bir daha dönerlerse sığınabilecekleri yerleri olmasın demişler.”
Birsen Ana yeniden söz alıyor: “Buradan çıkarsak ortada kalırız, ölmekten beter oluruz. Fabrika yok ki burada gidip çalışalım. Veya gidip yanında kalacağımız kimsemiz de yok. Çocuklarımız büyümüş ve her biri bir yerlerde, onlar da bize bakmazlar. Biz tabii ki burada kalmak istiyoruz, bunu anlasınlar. Hükümet hangi yüzle bize çıkın, diyor. Bir sefer bizi çıkardı ve açlığa, sefalete mahkum etti, ikinci kez hangi yüzle geliyor bize köyünüzden çıkın diyor...” Uzun sohbetin ardından tereyağı, yoğurt, peynir ve bostanlarından yetişen domates ve salatalıktan oluşan bir sofra kuruldu. Karnımızı doyurduktan sonra bir başka köye gitmek için vedalaşıyoruz.
Yağmalanan mezarlık ve Ermeni Levo
Aliboğazı Vadisi’ne doğru ilerlerken ‘90’lı yıllarda yıkılmış bir köyde durduk. Yıkılmış o taş evlerde geçmişe dair izler aradık. Birsen Ana’nın eşinin bahsettiği köylerden biriydi. Kalabalık bir köy olduğunu yıkılan evlerin sayısından anlamak mümkün. Devam ediyoruz ve tam tepeden karşımızda yılan dağları ve soluna doğru Aliboğazı Vadisi’ni görüyoruz. Yol üzerinde büyük mezarlık dikkatimizi çekiyor. Duruyoruz ve son derece eski yıllara ait mezar taşlarını incelemeye başlıyoruz. Taşları incelerken bu mezarlığın yağmalandığını fark ediyoruz. Böylesine büyük bir mezarlığın neden tahrip edilmiş olduğunu daha sonra köyün muhtarından öğreniyoruz. Muhtarı köyden bir hayli uzak bir arazide davarını otlatırken buluyoruz. Kavurucu güneşin altında bizleri karşısında görünce şaşırıyor.
Muhtara mezarlığı soruyorum öncelikle. Mezarlıkta bulunan mezar taşlarının nereden getirildiğini ve mezarlığın tarihi ile ilgili bilgi istiyorum. Mezarlığın Seycafer Türbesi olduğunu söylüyor. Seycafer Dervişcemal’in aynı zamanda torunu olduğunu ekliyor. Türbeyi yapan kişinin Levo isminde bir Ermeni olduğunu öğreniyoruz. 1938 yılında devlet Dersim’e girdiğinde türbeyi yapan Ermeni Levo yakalanıyor. Levo’ya ‘gel Müslüman ol, seni affedelim’ diyorlar. Levo ise bu dayatmayı, “Ben İsa’dan bir zarar görmedim ki, vazgeçeyim” şeklinde cevaplıyor. Levo’yu parmağıyla işaret ettiği derin bir uçurumun başına getirmişler ve oradan aşağı atmışlar.
Levo’nun eseri olan türbe o zaman askerler tarafından yağmalanıyor ve mezar taşları kırılıyor. ‘94 yılında köyler boşaltılınca bu kez hazine avcıları aynı mezarlığı altın bulma ümidiyle ikinci kez yağmalamış.
1994’te yoğun baskı ve şiddetin kol gezdiği Dersim’in bugün “özel güvenlik alanı” içinde kalan köylerden birinin muhtarı. 30 yıla yakın bir zamandır muhtarlığını devam ettiriyor. Muhtarımıza bir dokunuyoruz ve karşılığında bin ah işitiyoruz: “Geçmişte bu göçleri yaşadık. Yoksulluğu, zulmü yaşadık. Bir kez daha aynı şeyleri yaşadığımızı bilsek bile buradan artık ayrılamayız. Bunu bilsinler ve ben devletin bir kez daha aynı acımasızlığı göstereceğine pek ihtimal vermiyorum. Göze alamazlar bunu. Bize yeniden ‘94’teki şeyleri yaşatabileceklerini düşünemiyorum.”
“Burası yaralı bir coğrafyadır”
“Peki öyle bir durumda ne yaparsınız” diye sorduğumuzda, şu yanıtı alıyoruz:
“Ölümden öte ne var ki, ölürüz burada ama terk meyiz köyümüzü. Ha bazı zalimler çıkabilir ve tıpkı ‘38’de olduğu gibi trenlere bindirip bilinmezliğe, yabancısı olduğumuz yerlere sürmek isteyebilirler. Ama bu o kadar da kolay değil. Bu halk artık daha bilinçli; aptal değil. Dersim’in seferleri çoktur. Dersim ‘38’ de 35. seferdir ve en kanlı, en acımasız bir seferdir. Yok etmek istemişler ama başaramamışlar. Şimdi bir kez daha aynı şeyi göze alacaklarını düşünemiyoruz. Burası yaralı bir coğrafyadır. Burada insanlarımızın kanı ve kemikleri var. Biraz saygı göstersinler. Ancak saygı içinde bir arada yaşanılır. Düşmanlık ederlerse düşmanlık bulurlar. Biz düşmanlık istemiyoruz, insanca yaşamak ve insanca ölmek istiyoruz.”
AKP acıyı canlandırıyor
AKP hükümeti, bunca acının yaşandığı coğrafyamıza savaş konseptini hayata geçirerek tekrar saldırıyor. Kentimizde 4-19 Ağustos günleri arasında bazı bölgelere “özel güvenlik bölgesi” uygulaması getirildi. Uygulamanın süresi de uzatıldı. Dersimin Ovacık ve Pülümür ilçeleriyle olan bağlantıları kesik. Günlerdir Dersim’in o güzelim dağları, ovaları bombalanıyor; doğası, hayvanları katlediliyor. Dersimliler için devletin bıraktığı ‘hatıralar’ bu şekilde canlanıyor. AKP’nin 7 Haziran’daki seçim yenilgisi saldırganlığına vesile oldu ve Dersim, AKP ile beraber bir kez daha acılarını, endişelerini duyumsar oldu. Ne var ki, unutmadığı bir soylu özelliği de, direniş!
Dönüş yolunda
Dersim’e dönerken bu kez Deşt (Geyik Suyu) güzergahını kullanıyoruz. Deşt’e vardığımızda köylüleri köy kahvesinde sohbet ederlerken bulduk. Çay ikram edilen çaylar eşliğinde neler olup bittiğini konuştuk köylülerle. Köylülerimizle bu kısa sohbetin ardından Dersim’e geçtik. Dersime vardığımızda, giderken kullandığımız Hozat yolunun gerillalar tarafından kesildiği ve devlete ait araçların yakıldığı konuşuluyordu. (FT/HK)