Demokrasi popülerliği boşuna değil. 1647'de, İngiliz Eşitlikçileri, o etkileyici düşünceyi, "bütün yönetimin insanların özgür rızalarında yattığı" düşüncesini yayıyorlardı. Kasıtları, herkese oy hakkıydı. Evrensel oy verme hakkı, tabii ki herhangi bir politik sonucu garanti etmez, hatta seçimler kendi varlıklarının devamını bile sağlama alamazlar - Weimar Cumhuriyeti'ni bir düşünün. Seçimlere dayanan demokrasinin, hegemonik ya da emperyal güçlerin işine gelen, uygun sonuçlar üretmesi de pek muhtemel değildir (Eğer, "dünya toplumunun" özgürce ifade edebildiği rızasına bağlı olsaydı, Irak savaşı diye bir şey olmazdı). Fakat yine de, bütün bu belirsizlikler, demokrasinin haklı cazibesini ortadan kaldırmıyor.
Demokrasinin ordu yoluyla aktarılmasının, yayılmasının mantıklı olması gibi tehlikeli bir inanış, popülerliğinin yanında, başkaca etkenlerle de açıklanabilir. Küreselleşme, insan ilişkilerinin evrensel bir örüntüye doğru evrildiğini öne sürüyor. Eğer benzin istasyonları, iPod'lar ve bilgisayar delileri dünyanın her yerinde aynıysa, siyasi kurumlar niye olmasın ki? Bu görüş dünyanın karmaşıklığını hafife alıyor. Dünyanın birçok yerinde, kan dökmeye ve anarşiye doğru gidişin aşikarlığı, aynı zamanda yeni bir düzeni yaymak fikrini de cazip hale getirdi. Balkanlar, kargaşa içindeki bölgelerin, güçlü ve sağlam devletlerin - gerekirse askeri - müdahalesine ihtiyacı varmış gibi görünmesine neden oldu. Etkili bir uluslararası denetimin yokluğunda, bazı iyilik severler, ABD iktidarının dayattığı bir dünya düzenini desteklemeye hâlâ hazırlar. Ama askeri güçler ne zaman zayıf, güçsüz ülkelere onları işgal ederek yardım ettiklerini öne sürse, insan bundan kuşku duymalı.
Etkenlerin en önemlisiyse şu olabilir: ABD, devrimci kökenlerinden gelen megalomanisi ve mesihçiliğinin gerekli bileşimiyle, zaten hazır durumdaydı. Bugünün ABD'si, teknolojik-askeri üstünlüğüyle boy ölçüşülemez halde, toplumsal sisteminin üstünlüğüne inanmış durumda. Üstelik 1989'dan bu yana da, - tıpkı en büyük imparatorluklarda bile olduğu gibi -maddi gücünün bir sınırı olduğunu aklına getirmiyor. Bugünün ideologları da, tıpkı Başkan Wilson gibi, ABD'yi, örnek bir toplum, işleyen bir toplum olarak görüyorlar: Hukukun, liberal özgürlüklerin, rekabetçi özel teşebbüsün ve düzenli, içinde yarışanların olduğu, herkesin oy verebildiği seçimlerin bir bileşimi. Geriye kalan tek şey, dünyayı bu "özgür toplum" imgesine göre yeniden şekillendirmek oluyor.
Bu düşünce, mezarlıktan geçerken ıslık çalmak gibi tehlikeli bir şey. Şiddetli bir iktidar eyleminin ahlaken ya da siyaseten arzu edilebilir sonuçları olsa da, kendini bu eyleme göre tanımlamak risklidir, zira devlet eyleminin mantığının ve yöntemlerinin evrensel haklarla ilgisi yoktur. Kendi çıkarlarını her şeyin önünde tutmayan devlet yoktur. Güçleri varsa, işin sonuçları da yeterince yaşamsalsa, devletler bu sonuca ulaşmanın yollarını haklı gösterirler - hele bir de Tanrı'nın da kendi yanlarında olduğunu düşünüyorlarsa. İyisiyle, kötüsüyle, bütün imparatorluklar çağımızın barbarlaştırılmasına yol açmışlardır, bugünün "teröre karşı savaş"ı da buna katkıda bulunuyor.
Evrensel değerlerin bütünlüğünü, sağlamlığını tehdit eden bu demokrasiyi yayma kampanyası, başarılı olamayacak. 20. yüzyıl, bize, devletlerin dünyayı öyle kolayca yeniden şekillendiremeyeceğini veya tarihi dönüşümleri kestirmeden gerçekleştiremeyeceklerini göstermiştir. Toplumsal değişikliklerin, kurumların sınır ötesine taşınmasıyla kolayca etkilenemeyeceğini de göstermiştir. Etkili bir demokratik yönetimin koşulları öyle çok değildir: Meşruiyeti olan, kendisine rıza gösterilen ve yurtiçindeki grupların ihtilaflarının arasını bulma yetisi olan bir devlet. Böylesi bir oydaşma olmaksızın, ne egemen bir halk olur, ne de - bu nedenle - sayısal çoğunluğun meşruiyeti mümkündür. Bu oydaşmanın yokluğunda, demokrasi kesintiye uğramış (Kuzey İrlanda örneğinde olduğu gibi), devlet parçalanmış (Çekoslovakya'daki gibi) ya da toplum daimi bir iç savaşa sürüklenmiştir (Sri Lanka'daki gibi). "Demokrasiyi yaymak", hem 1918'den, hem 1989'dan sonra etnik çatışmaları şiddetlendirmiş ve devletlerin çokuluslu, çok topluluklu bölgelere bölünmesine yol açmıştır.
Standartlaştırılmış Batılı demokrasiyi yayma işi, aynı zamanda temel bir paradoksla maluldür. İnsan yaşamının giderek büyüyen bir bölümü, seçmenlerin etki alanının ötesinde gerçekleşiyor: Seçim sistemi falan olmayan ulusötesi kamu ve özel tüzelliklerin alanında. Seçime dayalı demokrasiyse, ulus devletler gibi siyasi birimlerin dışında işlevsel olamaz. Güçlü devletler, işte bu yüzden, bugünün zorluklarını aşmakta kendilerinin bile yeterli bulmadığı bir sistemi yaymaya çalışıyor.
Avrupa bunun kanıtıdır. Avrupa Birliği gibi bir tüzel kişilik, tam da az sayıdaki üye devletlerden başka bir seçmeni bulunmadığı için, güçlü ve etkili bir yapı geliştirebilir. AB, bu "demokratik açık" olmaksızın bir yere varamazdı; öte yandan, "Avrupa halkı" diye bir şey olmadığı için de parlamentosunun bir meşruiyeti olamazdı. AB'nin hükümetler arası görüşmelerin ötesine geçip de üye ülkelerdeki demokratik kampanyaların konusu haline gelir gelmez sorunların baş göstermesi hiç şaşırtıcı değil.
Demokrasiyi yayma çabasının, daha dolaylı bir tehlikesi de var: Bu biçimde bir yönetimi beğenmeyenleri, aslında bu yönetimi beğenenleri yönettiği gibi bir yanılsamaya inandırması. Peki ama durum gerçekten öyle midir? Artık Irak'a savaş açma kararının nasıl alındığına dair bir şeyler biliyoruz, en azından iki ülkede nasıl alındığını: ABD ve Britanya'da. Düzenbazlık ve gizlilik gibi karmaşık sorunlar yaratmasının yanı sıra, seçime dayalı demokrasilerin ve temsile dayalı meclislerin bu süreçle pek bir ilgisi yoktur. Kararlar, küçük gruplar arasında gizlice alınır; tıpkı demokratik olmayan bir ülkede olduğu gibi.
Neyse ki, Britanya'da medya bağımsızlığı o kadar kolay tuzağa düşürülebilecek bir şey değil. Ancak, basının özgürlüğünü sağlayan şey, seçime dayalı demokrasi değil, yurttaş hakları ve bağımsız yargıdır. (TK/YS)
* 20. yüzyılın en önemli tarihçilerinden Eric Hobsbawm'ın önce Foreign Policy'de, ardından gözden geçirilerek Counterpunch'ta yayınlanan bu yazısını Tolga Korkut Türkçeleştirdi.