Nereden bakarsanız bakın, Cumhuriyet, son çözümlemede bir "benzerler birliği" projesidir. Bir ideal olarak, demokrasiyle ilişkisi içinde düşünüldüğünde, komünüteryen olanından liberteryen ya da liberal olanına, bir arada yaşamanın hukuksal mekanizmalarını tarif eden, başka bütün farkların, "ben" ya da "biz" olma biçiminde ifade edilmesinin imkanlarını sağlayan, hatta bu imkanı güvence altına alan, ama ne olursa olsun "yurttaş" lığın, cumhuriyetin tüm insanlara eşit haklar verdiği temel fikrine dayanan bir toplum tasarımı fikridir.
Bu yanıyla hangi tür üretim (ekonomik ilişkiler) ya da siyasa modeline dayanırsa dayansın Cumhuriyet, bir tek tipleştirme tasarımıdır; "yurttaş" olma temelinde tektipleştirme. İnsanın "birey" olma hali üzerine oturtulmuş, bireylerin şu ya da bu biçimde tanımlanmış ama üzerinde sözbirliği sağlanmış bir anlamda kollektif, dışsal bir kurallar sistemine rıza göstermesi durumu, genellikle Batılı bir proje.
Bir dinin kuralları üzerinde, yasaya bağlılık konusunda olduğu gibi bir sözbirliği olup olmayacağı, yani, başka türden cumhuriyetlerin olabilirliği bu yazının konusu değil.
Sürgünde olma hali
Bu yazının konusu, daha doğrusu yapabilirse durmak istediği yer, bir cumhuriyet içinde bazı insanların, hem de varoluşlarını "birarada olmak" biçiminde ifade etme rahatlığını, güvencesini bile çoğu kez yaşamayan
insanların nasıl olup da kendilerini hep sürgünde, doğdukları, beslendikleri coğrafyada, etnisite ya da başka bir belirlenmişliğe bile dayanmayan bir tür "diyaspora" da hissetmeye mahkum ve razı edildikleri...
Cumhuriyetler, demokratik olduklarında, yurttaşlarına örgütlenme ya da birer yurttaş olarak tek tek kendilerini ifade etme hakkını kullanma imkanlarını sağlamakla yükümlüdürler. Bu hakkı kullanmanın anlamı, bizim cumhuriyetimizde en hafifinden, içeride ya da dışarıda sürgünde olmaktır; bazen rıza gösterdiğimiz bir tür marjinalleştirme, bazen neredeyse bir grup meczubun kendi içsel ritüellerine çoğunluğun, -demokrasinin cilveleri- kaleminden göz yumması...
Bu, kaçınılmaz bir dünya hali midir?
Bu sorunun cevabı, içselleştirilerek, hazmedilerek yani, insanı ruhen en azından rahatlatabilecek bir teorik soğukkanlılıkla verilebilir belki birilerince: Bütün yurttaşlarını kucaklayan ve kendilerini özgürce ifade etmelerine izin veren bir cumhuriyet ya da demokrasi olmadı hiç, bu bir düş, artık hiç kimsenin kurmadığı...
Düşler ve haklar
Düşler, paylaşıldıklarında bile mahremdirler, herkesin bugüne ya da geleceğe ilişkin düş görmeye, düşler icat etmeye, onları paylaşmaya, hayallere -bireysel ya da birarada- hakkı var, kişisel ve mahrem bir "kendinden hareketle kendi olma" projesine hakkı var.
Ama bu ülkede "yurttaş" olmak bakımından her birimizin tek tek, yurttaşlar olarak, kendi başımıza ve başka yurttaşların başlarına gelenlere ilişkin akıl yürütme, eylemde bulunma, yani kısacası "böyle var olmayı seçmeye" de hakkı var. Bu, Cumhuriyet idealinin bana ve herkese tek tek verdiği bir hak. Nasıl ki, en çokyüzlüsünden en yüzsüzüne hangi biçimde olursa olsun her Cumhuriyet'in de yurttaşlarına hesap verme zorunluluğu varsa...
Cumhuriyet, bir ortak akla itaat etme sistemidir, yönetilenler kadar, yönetenler için de ve şöyle ya da böyle "itaat etmeyenler" e ne olacağı da, bu ortak akıl tarafından belirlenmiştir. Bu ortak aklın varsaydığı insan modeli, hukuk ve siyaset alanından üretilmiştir ve sosyal psikolojinin verileri bu çoğunluk egemenliği ve konformiteye dayalı modelin nasıl gerçekleştiğini tarif eder.
İtaat ve otorite
İnsanlar genel olarak itaat ederler, her türden otoriteye ama en çok da "resmi" otoriteye. Resmi, yasal veya meşru otoriteye itaat (destekleme, katılma vb.) modernleşmeci toplum tasarımının ideal "birey" inin, yasaya dayalı, rasyonel insan mitinin, varsayılan en önemli özelliğidir.
Otorite, bazen bir beyaz gömlekle, bazen üniformayla, bazen cinsiyete, yaşa, eğitime, paraya, bilgiye dayalı bir farkla ayırdedilir. Sadece yasa değil, insanların sessiz bir sözbirliğiyle asırlar boyunca oluşturduğu pek çok meşru "güç kaynağı", itaat eden ve edilen açısından bir bakışta ayırdedilebilecek kadar açıktır.
Devlet, her türlü organıyla, yönetme gücünü, sadece yasalardan değil, en çok da yönetme biçimi ve "icraatları" nın yönetilenler nezdinde meşru olarak değerlendirilmesinden alır. Bu, aslında "batılı-modern" kaynaklı kuramsal bilgiler belki de artık herkes tarafından biliniyor ve kuşkusuz modernleşmenin neresinde olursak olalım en azından kuramsal olarak bizim için de geçerli. Biraz da bu nedenle, özellikle bizim gibi ülkelerde, devlet otoritesini ellerinde bulunduran muktedirler, yasadışı olduğunu bile bile, işkence yaparlar örneğin, hatta öylesine pişkindirler ki, bu ülkede insanların gözaltında kendini pencereden atması, bir yerlere asması günlük olaylardandır. Bu "yalan" yeni olmadığı kadar hiç "sıradan" da değildir; inandırıcılığı en az güvenlik kuvvetlerine duyulan "korku" kadar güçlüdür; makul bir açıklamadır, bir çocuk kendini orada asabilir ya da yaşadığı şeylerin ağırlığına daha fazla katlanamayacağını hisseden bir yetişkin orada hemen ölmek ve kurtulmak isteyebilir.
Gizil sözbirliği
Üniforması olan herkesin, yurttaşlara, en hafifinden "ukala" davranması, resmi ve paraya dayalı işlerde bir şekilde yetkisi olan herkesin bu gücünü kendi çıkarları için istismar etmesi öylesine meşrudur ki -çünkü öylesine yaygın ve sadece bu nedenle bile öylesine başa çıkılamaz gibi görünür ki- hastanede sıra beklerken, trafik kontrollerinde, hayatın daha pek çok sıradan anlarında, aman ne yapsam da kızdırmasam, en az zararla atlatsam diye en şirin halinizi takınmanız gerekir. Bu, bir gizil sözbirliğidir, gayrimeşruluk üzerine varılmış sessiz bir anlaşma; bir çoğunluk miti, dünyanın değiştirilemez olduğuna yönelik bir atfetme hatası.
Bu ülkede, hem de bir milletvekilinin karakolda bulduğu işkence aletlerine, bir kentin en büyük idari yöneticisi, basit bir sopa muamelesi yaparken ihtiyaç duyduğu meşruiyeti, bu ülkedeki pek çok evde o sopaların , günlük hayatın bir parçası olarak hiç de yadırganmadan kullanıldığı bilgisinden almaktadır.
Güvenlik güçlerine, bir çocuğu, hatta zanlı bile olmayan bir tanığı dehşet içinde oradan oraya sürükleme hakkını veren de, medyaya, o çocuğu ya da tanığı bir kez daha sorgulama ve hoyratça "kullanma" hakkını veren de aynı bilgidir:
Şiddetin ve istismarın her türlü halinin, en uyduruk otoriteye bile çok yakıştığı ve bu ülkede asla yadırganmadığı bilgisi.
Bir bakana, bakanlığının faaliyet alanında para kazanmanın "meşru" olduğunu göğsünü gere gere söyletebilen de işkenceci polislerin bakan danışmanı olmasını sağlayan da aynı bilgidir.
Güç ve meşruiyet
Gücünü hangi kaynaktan alırsa alsın ve ilişkinin türü ne olursa olsun, güç'ün meşruiyeti tartışılır hale geldiğinde, taraflar açısından işler karışır. İkili ilişkilerin en masum ve belki güç'ün en meşru hallerinden biri olan ebeveyn-çocuk ilişkisinde bile, güç'e sahip olan taraf meşruiyetini kaybettiği an, en azından komik duruma düşer:
Bir yandan sigara içerken bir yandan çocuğunuza bunun çok kötü bir şey olduğunu zor anlatırsınız. En azından bir gün sigara içtiğini gördüğünüzde, tabii biraz izan sahibiyseniz yapabileceğiniz en aşırı hareket "ehh be çocuğum, içmeseydin keşke iyi bir şey değil bu." demektir.
Devletle yurttaşların ilişkisi, tabii ki anne-çocuk ilişkisine benzetilemez, neye benzediğini şimdilik boş verelim ama daha çok evde oturup çocuklarını sokakta çalıştıran ve onların getirdiği paralarla her türlü rezilliği yapan bir babayla çocuklarının ilişkisine benziyor. Üstelik çocuktan tam itaat bekleniyor. İtaat sözcüğünü sevmediyseniz, destekleme, katılma, en azından hiç ses çıkarmadan seyretme de diyebilirsiniz.
Bu ülkede aslında herkes her şeyi biliyor ve uzun zamandır artık bilmiyor gibi de yapmıyor. Takke düştüğünde görünen sadece kel değil, takkenin altında bir kafa bile yok! Cumartesi anneleri, çocuklarını aramaktan vazgeçti, belki de nerede ve nasıl olduklarını artık biliyorlar; sürekli aydınlık için bir dakika karanlığın, bütün gücümüzle yırtınmanın belki de hiçbir işe yaramadığını, yurttaşlar olarak gücümüzün Susurluk çetelerine yetmeyeceğini fena halde yeniden yeniden öğrendik hatta "çetelersiz" bir dünyanın hayalini bile "çocukça ve duygusal" karşılar olduk.
Savaş, işkence ve "elden gelen"
Şimdilerde, savaşa karşı olmak, neredeyse demokratlar arasında bile "gerçekçi olmayan" bir tavır alış olarak değerlendiriliyor.
İşkenceyi, her geçen gün sayıları artarak ölüm oruçlarında ölen ya da ebedi sakatlığa mahkum edilen insanların varlığını yadırgamaz olduk. Onları örgütlerin yönlendirdiğine ya da son çözümlemede "herkesin yeterince elinden geldiğini yaptığına, artık bırakmaları gerektiğine" ilişkin görüşler, bireyliğimizi, yurttaşlığımızın üzerinde tutan tekil dünyalarımızda ve dünyayı başkasına yönelik her türlü sorumluluktan muaf algılayan vicdanlarımızda kolayca yer edinebildi.
Bireysel tiklerimizle, küçük dünyalarımıza çekildik. Oysa, birilerinin kendi idealleri adına, o idealleri paylaşan diğerlerinin ölümleri üzerinden politika yapmaları ve bu politikanın en hafif söyleyişle gaddarlığı, ne bu ülkedeki cezaevleri gerçeğini ortadan kaldırıyor, ne de hepimizin tek tek bu konudaki sorumluluğunu.
Cumhuriyet yurttaşlığının ve bu ülkede yaşayan insanların nasıl yönetileceğini tarif eden yazılı bütün metinlerin, hepimize tek tek sağladığı hakları talep etmek için sivil itaatsizlik, bu ülkede, bazen sağırlarla konuşmaya çalışmak anlamına gelse de aslında, yurttaşların, yasadışı olmayan bir biçimde, muktedirleri meşruiyete davet etme, itiraz etme ve şu veya bu yaşam alanı açısından başka türlü yaşamak istediklerini ifade etmeleridir. Bu ülkede olup bitenlere ilişkin yurttaşların çaresizliği, öğrenmeye ve gayri meşruluğu sonsuza kadar desteklemeye itiraz etmeleridir; bir tür gelecek arayışıdır, daha mutlu, daha insanca kısaca daha güzel bir gelecek. Bugüne ilişkin bir tür sorumluluk alma girişimidir. Belki de, en hafifiyle hep beraber "patlama" dan önceki ve farklı tek seçenektir, yeniden ve insana yaraşır bir meşruiyete dayalı bir Cumhuriyet olabileceğine dair bir inanca işaret eder çünkü...
Mazlumlaştırılmış toplumda, haysiyet belirtisi
İtaat etmemeye, gayrımeşruluk ve yasadışılığa itiraz etmeye ve dahası, yasaya uymayanlara ne olduğuna ve ne olabileceğine ilişkin akıl yürütmeye hepimizin tek tek yurttaşlar olarak hakkı var, bu hakkı kullanmanın bedelinin bu ülkede ne olduğunu sorgulama hakkının olduğu gibi...
Şu veya bu içerikteki bin bir türlü baskı, darbe ve "kriz"le, çoğunluğu "mazlum"laştırılmış, sindirilmiş bir toplumda, sivil itaatsizlik aslında inanılmaz bir hayatiyet belirtisidir.
İktidara, gücünü en çok da yaygınlığından alan, bu topraklara özgü meşruiyet illüzyonunu kanıtlaması, onu yeniden tesis etmesi için sorumlu yurttaşlar tarafından çıkarılmış bir davetiyedir ve bu hayatiyet belirtisine en çok da muktedirlerin ihtiyacı vardır. (NU)
------------------
* Serge Moscovici : Azınlığın etkisi çalışmalarıyla ünlü Fransız sosyal psikolog.