“Gazeteciler mesleklerini icra edecek diye bu ülkede kan akmaya devam mı etsin!” Ayaküstü sohbet ettiğimiz bir arkadaşın bu cümlesini neyse ki henüz hükümet yetkilileri sarf etmiş değil ama Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 4 Mart’ta katıldığı bir televizyon programında gazetecileri açıkça otosansüre “davet” etti.
22 Ağostos 2012’de Bülent Arınç’ın sansür ve otosansür dayatmalarına yönelik iddialara verdiği yanıtı hatırlayalım: “Basın özgürlüğü konusunda Türkiye’de yeterince bir özgürlük olduğuna inanıyorum. İstedikleri kadar eleştirsinler. Basın özgürlüğü yoktur diyen, yalan söyler. Türkiye’de sansür vardır diyen yalan söyler. Çok açık söylüyorum. Bana somut örnek göstersinler.”
Arınç’a somut örnek Davutoğlu’ndan geldi: “Daha önce Oslo süreciyle ilgili Habur’da işte bir takım gelişler başladığında yaşanan süreçlerdeki türde biraz açıkçası tribünlere dönük olarak yapılacak her türlü faaliyetin sürece zarar verme ihtimali var. Herkesin bu anlamda sorumluluk içinde davranması lazım. Benzer süreçler başka ülkelerde yaşandığında ne tür kısıtlamalar konulduğunu hem bilinen hem bilinmeyen herkesin kendi kendisine otosansür uyguladığını ne süreçler yaşandığını ben biliyorum… Bazen hiçbir şey söylenmeden bile herkesin kendisine otosansür uygulaması lazım.”
Gerçi Kandil Dağı ve Mahmur Kampı’ndan Türkiye’ye 19 Ekim 2009’da giriş yapacak olan 34 kişiyi Habur Sınır Kapısı’nda beklerken şöyle bir “gazetecilik” olayına tanıklık etmiştik: Sınır kapısından girişleri bekleyen on binlerce insan, birkaç gündür sınıra yakın noktalara kadar gelip bekleşiyordu. Son gün bir televizyon muhabiri “olay mahallinden” canlı yayına bağlanarak şunları söylüyordu: “Bakın şu anda çocuklar tarlalardan sınır kapısına doğru gizlice yol alıyorlar…” Muhabirin eliyle işaret ettiği çocuklar, tarlalara dağılıp saklambaç oynuyordu oysa! “Ortalık çok gergin” diyordu muhabir. Hiç öyle değildi. “Zafer gösterisi yapıyorlar” diyordu. Öyle de değildi. Velhasıl Habur’da gerçekten de barış gazeteciliği yapılsa, belki de daha o tarihte önemli bir dönemece girilebilir, Türkiye’nin “Batı’sı” “tahrik” edilmeyebilirdi.
Sessiz olun, savaş uyanmasın!
Kürt meselesinin çözümü konusunda gerek hükümet gerekse Kürt hareketi arasındaki siyasî iletişimin gelişme emareleri gösterdiği bir ortamda, tarafların yaklaşımlarındaki farklılıklar da görünür hale gelmeye başladı. Kürt hareketi barış için daha fazla konuşmaktan, hükümet ise daha az konuşmaktan yana.
Hükümetin daha az konuşulması için basını sansüre zorlarken Habur ve Oslo gibi kötü deneyimlerden hareket ettiği görülüyor. Dahası 1 Mart’ta Viyana dönüşü uçakta gazetecilere konuşan Erdoğan, “barış” ve “eylemsizlik” kavramlarının da kullanılmamasını, bu iki kavramın devletlerarasındaki ilişkiler için geçerli olabileceğini söyledi. “Barış” sözcüğü yoksa o zaman gazetecilere yönelik “sessizlik” çağrısı da “barış gazeteciliğine” davet olarak okunabilir mi?
Yeni sürecin çok kritik ve riskli olduğunu her seferinde dile getiren hükümet, son zamanlarda giderek daha fazla “sessizlik” çağrısı yapmaya başladı. Hükümete göre bu süreçte ne kadar az konuşulursa, ne kadar tekseslilik sağlanırsa, çözüme o kadar hızla gidilebilir. Oysa toplumun her kesiminin ve her yaklaşımın barışı esas almakla birlikte fikirlerini beyan etmesi, olsa olsa bu süreci daha kalıcı kılabilir. Türkiye’de savaşın, savaş yanlısı gazeteciliğin en fazla iktidarların baskısından kaynaklanan tekseslilikten beslendiğini yakın geçmişten bildiğimiz için “sessiz olun, savaş uyanmasın” uyarısı çok da inandırıcı görünmüyor.
Hükümet: “Susalım!” Kürt hareketi: “Konuşalım”
Tek başına iktidar olup Türkiye’yi yönettiği için siyasetin daha pratik yürüdüğüne inanan AKP, Kürt sorununun çözümüne dair öneri ve tespitlerin de tek kaynaktan, mümkünse sadece kendilerinden gelecek fikirlerden beslenmesi gerektiğine inanıyor olmalı. Hatırlanacağı gibi İmralı tutanaklarını yayınlayan Milliyet gazetesine “batsın böyle gazetecilik” diyen Erdoğan, muhalefet partisi BDP’yi bile “çok konuşuyorlar” diyerek eleştirdi. Erdoğan ayrıca kendilerinin “kaynak” olmadığı hiçbir bilginin doğru veya gerçek olarak kabul edilmemesi gerektiğini söyleyerek hükümet dışı aktörlerin her türlü beyanatlarını hükümsüz kılmaya çalıştı.
Erdoğan’ın 2 Mart’ta yaptığı konuşmada ilgili sözleri şöyle: “Dedikodulara, medya üzerinden karanlık operasyonlara itibar etmeyin. Biz teyit etmedikçe söylentilere inanmayın. Ben konuşmuyorum, arkadaşlarıma da konuşmamalarını söyledim. Bu hassas süreçte böyle bir haberin [İmralı tutanaklarının] yapılmaması lazımdı ”
PKK ise Erdoğan’la hemfikir değil. 6 Mart’ta ANF’de yayınlanan mülakatta Murat Karayılan, gazetecilerin özgürce haber yapmasından yana olduklarını söyledi ve ekledi: “Metnin sızdırılmış olması, öyle büyük bir facia da değildir. Yani biz, ‘bu sabotajdır’, bilmem ‘2. Oslo sızdırmasıdır’ türündeki değerlendirmeleri de abartılı buluyoruz. Doğru, bunu basına sızdıranın iyi bir niyet taşımadığı açık. Ama daha sürecin başında herkes şeffaflıktan bahsediyordu, ‘her şey şeffaf gelişecek’ deniliyordu. Peki, o zaman niye bu kadar sert eleştirilerle karşılanıyor?”
Tutuklu gazeteciler çözümden istifade edecek mi?
Bu arada 6 Mart’ta Almanya’da gerçekleştirilen “Türkiye’nin değişimi-Türk hükümeti ve Avrupa’nın 2023 vizyonu” başlıklı panelde konuşan Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, yapılacak yasal düzenlemeden, TMK 6 ve 7. maddeleri ihlâl kapsamında örgüt propagandası suçundan hapse atılmış olan gazetecilerin “istifade” edebileceğini açıkladı.
Sorunun çözümü için yeni yasal düzenlemelere gidileceğinin işaretini veren Arınç’ı, ertesi gün AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik yalanlayan bir açıklama yaptı.
Çelik, tutuklu gazetecilerin serbest bırakılması konusunda herhangi bir çalışmaları olmadığını şu sözlerle ifade etti: “Yeni bir uygulama yok. Esasen sadece örgüt propagandası yaptı diye, sadece bundan dolayı içeri atılmış gazeteci yok. Birisi örgüt üyesi ise söylenecek bir şey yok, terörü masum gösterme çabası içindeyse AİHM’in de söyleyeceği bir şey yoktur.”
Hükümet yetkilileri basına yönelik baskıların, sansür ve otosansür dayatmalarının “çözüm” adına yapıldığını ima etse de, Türkiye’nin basın özgürlüğü konusunda dünyanın en geri ülkelerinden biri olduğu biliniyor. Hükümetin gazetecilere ve gazeteciliğe yaklaşımının “İmralı süreci” başlamadan önce de nasıl olduğunu hatırlamak için Başbakan Erdoğan’ın muhtelif zamanlarda yaptığı açıklamalardan birkaçını hatırlayarak bitirelim.
Erdoğan’ın “basını”
“O gazetelerin patronlarına sesleniyorum. ‘Ne yapayım, köşe yazarıma hâkim olamıyorum’ diyemezsin. Sen bunun sorumlususun, diyeceksin… Köşende yazanın maaşını sen veriyorsun. Yarın feryat etmeye geldiği zaman da buna hakkın yok. Herkes çizgisini bilmelidir.“ 26 02. 2010-Ankara
“Basın özgürlüğü üzerinden hükümet yıpratma çalışmasına son verilmelidir… Bizim, kendisini muhalefet partisi gibi gören medya ile karşı durabilecek gücümüz var.” 08.03.2011- Ankara
“Medya üzerinde kısıtlamalar gerçeği yansıtmıyor. Avrupa’da darbeleri teşvik eden gazete ve gazetecilerin olmadığını hatırlatmak isterim. Türkiye’de tutuklu 26 gazeteci vardır. Bunların hiçbiri gazetecilikten tutuklu değildir.” 13 Nisan 2011- Strasbourg
“Medya da terörle mücadelede lojistik desteğini hükümetinin yanında hissettirmelidir. Hissettirmiyorsa, yazılı ve görsel medya bu işte vebaldir.” 24.05.2012-İstanbul
“Bunu [Uludere’yi] zorla gündemde tutma gayreti içinde olanlar terör örgütü ve uzantılarıdır. Bunda samimi değillerdir. Hiç kimse bu konuyu, medya da dâhil, fazla istismar etmesin. Bizim söyleyeceğimiz budur. Ve grubumdan da bundan sonra farklı bir açıklama gelmeyecektir.” 24.05.2012- İstanbul
“Kürtajı bir cinayet olarak görüyorum. Bu ifademe karşı çıkan bazı çevrelere de medya mensuplarına da sesleniyorum. Yatıyor, kalkıyor 'Uludere' diyorsunuz. Her kürtaj bir Uludere’dir.” 26.05.2012- Ankara
“Bunlara destek çıkan medyaya da sesleniyorum. Siz bu ülkede neyin avukatlığını yaptığınızın, savunduğunuzun farkında mısınız? Siz şehit edilen polis ve askerleri savunmuyorsunuz ama onları şehit edenleri belli bir kılıf içinde savunuyorsunuz.” 26.05.2012- Ankara
“Maalesef, kimi medya kuruluşları, terör gibi son derece önemli, milli ve hayati bir meselede dahi, milletin yanında yer almıyor, alamıyor. Bu ülkenin kurumlarına, bu ülkenin siyasetçilerine, bu ülkenin idarecilerine inanmayanlar, gidiyor, yabancı ülkelerin kasıtlı yayınlarına inanıp, Türkiye’de istismar siyasetini doruk noktalara çıkarabiliyor.” 31.05.2012-Ankara
“Medyaya çağrı yaptık, milletin hassasiyetini lütfen gözetin dedik. Maalesef yeterli desteği yine bulamadık. Terörist elebaşılarıyla, liderleriyle görüşmeyi başarı telakki eden medya mensupları var… Gittiler Kandil’de terör örgütünün yöneticileriyle görüştüler, etrafa sempati pompaladılar. Terör örgütüne adeta oksijen verdiler.” 10.06.2012-Antalya
“Medya kimin yanında yer alacak? Attıkları başlıklara bakıyorsunuz, köşe yazarlarına bakıyorsunuz, ben diyorum ki sizin haber kaynağınız Allah aşkına Roj TV midir, Mezopotamya mıdır, sosyal medya mıdır?” 31.08.2012-İstanbul (İA/HK)