Gerçeği göremez bazı insanlar, gerçek apaçık gözlerinin önünde belirse bile... Ne gözleri görür ne de yürekleri, bir güç gelip örtmüştür tüm duyularını ve duygularını. Hattâ biraz daha ileri gidip görünmeyen gerçeği suçlarlar “Neden görünmüyorsun bre gafil!” edalarıyla. Bazen de var olan gerçeğin yerine kendilerine göre -işlerine gelecek biçimde- bir gerçek uydurup ona inanmaya başlarlar.
Dünyanın en bilge, en duygusal prensi -tabii bu öznel yargılar metni kaleme alan kişiye ait- yukarıdaki tüm laf kalabalığını “Ama gözler kördür. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçeği görebilir,”[1] sözleriyle ifade ediyor/edebiliyor. Gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen, teniyle dokunamayan, yüreğiyle düşünemeyen bazı insanlara geliyor bu sözler ta uzaklardan; B612 gezegeninden.
Küçük Prens’i birçoğunuz tanıyor, belki de yakından biliyor. Ancak bugün biraz daha kulak vermenizi isterim Küçük Prens’in sözlerine, düşüncelerine, düşlerine ve bizlere -dünyanın efendilerine- anlatmak istediği şeylere...
Fil yutmuş bir boğa yılanı karşılıyor bizi kitabın ilk satırlarında. Tabii biz büyükler pek bir şeye benzetemiyoruz -sahip olduğumuz çerçevelerle/önyargılarla- fil yutmuş boğa yılanını. Kimimiz şapkaya benzetiyor yazar gibi, kimimiz… Çocukken çizdiği resimleri çevresindeki büyüklere gösteren, fakat onlar tarafından hiç anlaşılamayan yazar tarafından yapılıyor bu çizimler.
Hattâ büyükler bir süre sonra resim yapmak yerine tarih, aritmetik, coğrafya, dil bilgisi gibi konulara ilgi göstermesini öneriyorlar ona, büyük bir pişkinlikle. Böylece yazarın resim yapma becerisi gün geçtikçe kayboluyor.
“O zaman sen de kendini yargılarsın, en gücü de budur zaten. Kendini yargılamak başkalarını yargılamaktan çok daha güçtür. Kendini yargılamayı başarabilirsen gerçek bir bilgesin demektir.”[2]
İlerleyen sayfalarda yazarı büyümüş olarak görüyoruz. Sahra Çölü üzerinde uçtuğu sırada kaza yaparak çöle düşen ve yeniden uçmak için uçağın bozulan parçasını tamir etmeye çalışan bir pilot olarak çıkıyor karşımıza.
Yorgunluktan bir ara daldığı uykudan, küçük, sarı saçlı bir çocuğun "Bana bir koyun resmi çizer misin?" sorusuyla uyanıyor yazar. Ve hemen kalemi, kâğıdı alıp bir boğa yılanı çizmeye başlıyor. Çizdikçe, çocukken büyüklerin anlamadığı resimlerini Küçük Prens’in anladığını fark ediyor. Okur, yazarın çizimleriyle birlikte Küçük Prens’in öyküsünü dinlemeye başlıyor bir yandan.
“Oysa aradıkları tek bir gülde, bir damla suda bulunabilir.”[3]
Küçük Prens gezegenindeki biri sönmüş olan üç volkanı, baobap ağaçlarını, kâinatta eşi benzeri olmayan çiçeğini anlatıyor hem yazara hem de okura. Bir gün diğer gezegenlerde neler olduğunu merak ederek yaşadığı gezegeni terk ediyor Küçük Prens ve her gittiği gezegende farklı kişilerle tanışıyor. Gördüğü herkesi uyruk olarak tanımlayan ve her şeyi yönettiğini sanan kral, kendinden başka kimseyi beğenmeyen adam, neden içtiğini bilmeyen sarhoş, sürekli sayılarla uğraşan bir işinsanı, sokak fenerini yakıp söndüren bekçi ve coğrafyacı karşılıyor Küçük Prens’i gittiği bu gezegenlerde. Ve her karşılaşmanın sonunda büyüklerin gerçekten çok tuhaf insanlar olduklarını düşünüyor.
“İnsan susuzluktan ölecek olsa bile bir dostu olması içini serinletiyor.”[4]
Küçük Prens ziyaret ettiği son gezegen olan Dünya’da “En iyi yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez,” sözleriyle karşılıyor bizleri. Dünya’yı gezdikçe diğer gezegenlerdeki insanlardan Dünya’da da olduğunu görüyor. Bir an önce gezegenine dönmek, kendisi için çok önemli olan çiçeğini görmek istiyor.
Küçük Prens tilkiyi, tilki de Küçük Prens’i evcilleştiriyor bu süreçte. Yazar evcilleştirme sürecini aşağıdaki gibi aktarıyor, biz okurlarına.
“Sözgelimi sen benim için şimdi yüz binlerce oğlan çocuğundan birisin. Ne senin bana bir gereksinmen var ne de benim sana. Ben de senin için yüz binlerce tilkiden biriyim. Ama beni evcilleştirirsen birbirimize gereksinme duyarız. Sen benim için dünyada bir tane olursun, ben de senin için.” (s.79)
“Siz benim gülüme hiç mi hiç benzemiyorsunuz. Şimdilik değersizsiniz. Ne sizi evcilleştiren olmuş ne de siz kimseyi evcilleştirmişsiniz. Tilkim eskiden nasıldı, öylesiniz. O da önceleri tilkilerden bir tilkiydi ama ben onu dost edindim, şimdi dünyada bir tane.” (s.84)
Kitabın sonuna doğru Küçük Prens’i gezegenine dönmek için hazırlık yaparken görüyoruz. Uçağındaki arızayı tamir eden yazar (pilot) ikisi için de ayrılık vaktinin geldiğini anlıyor, büyük bir üzüntüyle. Küçük Prens’in yılanla dostluğuna tanık oluyoruz bir yandan ve bir hüzün kaplıyor insanın içini. Bir taş oturur ya insanın yüreğine, çöldeki bir kum tanesi gelip yerleşiveriyor bedenimizin her hücresine.
Her ikisi için acı verici olsa da ayrılıyorlar ve yazar evine döndükten altı yıl sonra her gökyüzüne baktığında anımsadığı arkadaşı Küçük Prens’i yazmaya başlıyor.
“Sizin Dünya’da insanlar,” dedi Küçük Prens, “bir bahçede beş bin gül yetiştiriyorlar; yine de aradıklarını bulamıyorlar.”[5]
Küçük bir çocuğun yaşamı anlamak, anlamlandırmak için büyükler dünyasına yaptığı yolculuğu anlatıyor kitap, emeğin ne kadar önemli olduğunu vurgulayarak.
Sevmek -ya da sevilmek- niçin bu kadar önemli? Biz insanlar büyüdükçe bu özelliklerimizi yitiriyor muyuz dersiniz? İnsanlar kendilerini ifade etmeye, sevmeye, sevilmeye, yaşamı anlamaya gereksinim duyarlar. Tıpkı Küçük Prens’in ziyaret ettiği gezegenlerde karşılaştığı; büyükler dünyasını ve bu dünyanın insani özelliklerini yitiren bireylerin temsil ettiği kişiler gibi. Sarhoşun neden içtiğini, işinsanının neler sattığını, coğrafyacının nereleri keşfedemediğini görürüz Küçük Prens ile birlikte, tıpkı bir İnsan Resmi Geçidi gibi her biri.
Kendisi de bir pilot olan yazar başka bir gezegenden gelen Küçük Prens adındaki çocuğun düş ve düşünce dünyasından, büyüklerin yaşamını anlatıyor aslında; hem küçüklere hem de büyüklere. Her ne kadar çocuklara okutmak için elimizden geleni yapsak da -dünyayı yaşanılmaz hale getiren, giderek insan olma özelliklerini yitiren- biz yetişkinlerin de mutlaka okuması gerekiyor kitabı başından sonuna dek.
”Hoşça git,” dedi tilki. “Vereceğim sır çok basit: İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman doğruyu görebilir. Gerçeğin mayası gözle görülmez.”[6]
Kitabı bitirdikten sonra garip bir hüzün çöküyor insanın içine, kalbini sıkıştıran bir etki bırakıyor, ta derinlerde. İçinde yaşadığımız dönemden midir, Küçük Prens’in üzerimizde bıraktığı etkiden mi bilinmez... Varlığını sorgulayan, dünyayı, evreni, canlıları anlamlandırmaya çalışan insan kaldı mı günümüzde? Bu sorunun yanıtının hayır olması olası değil, mutlaka var böyle insanlar. Güneşin doğmasını, havanın aydınlanmasını bekliyorlar sanırım. Güneşin doğmasını sağlayacak, havayı aydınlatacak insanlar da lazım ama değil mi?
Peki, siz bir tilkiyi ne kadar sevebilirsiniz? Bir yılana ya da emek verdiğiniz bir çiçeğe ne kadar bağlanabilirsiniz? Uçsuz bucaksız çöllerde aç ve susuz ne kadar yaşayabilirsiniz? Küçük Prens’in dediği gibi bir yerde bir kuyunun saklı oluşudur çöle güzellik veren, peki siz koskocaman bir çölü ne kadar sevebilirsiniz, saklı kalmış tek bir kuyusu için?
Sizce de büyükler oldukça tuhaf insanlar değil mi?
Her çocuğun özgürce okuyabilmesi dileğiyle… (GK/NV)
* Antoine de Saint Exupery, Küçük Prens, Çeviren: Cemal Süreya-Tomris Uyar, Can Çocuk, İstanbul, 2015, 110 sayfa.