Küçük bedeni pembelere sarılmış. Tepesine tırmandığı salıncağın ritmine uyumlu olarak savurduğu saçlarını düzeltiyor sık sık, arada bir de şarkı söylüyor. Ama bu umursamaz oyunculuğunun altında biraz hüzünlü gibi.
İçinde tutmayacak, belli ki paylaşmak istiyor diğer çocuklarla. "Benim bi büyükbabam vaydı biliyoy musunuuuz, ama şimdi yooook, öldü..."
Hem sallanıyor, hem tekrar ediyor. İşte o vakit oğlum giriyor devreye: "Böyle şeylerden bahsetme, şöyle biraz güzel şeylerden bahset. Ölüm, mölüm neymiş?"
"Ama öldüüü!..." diyor kız. Bizimki direktifini yerine getirmediği için ona kızgın. Beklediği şefkati göremeyen kız, üstelik aldığı cevaptan da memnun değil. Destek istiyor. İleride oturan annesine bağırıyor: "Ölüm güzel midiyy anneeee?"
Anne gazete okuyor. Kızının sesini duyunca başını kaldırıp şöyle bir gülümsüyor. Biliyorum ki küçük kız, gerçeğe duyduğu ihtiyaç devam ettiği sürece bu kritik sorusunun takipçisi olacak. Ama işte hayat o kadar ağır ve katı gerçeklerden ibaret ki, çoğu zaman bunların karşısında hissettiğimiz çaresizliği çocukların omuzlarına nasıl yükleyeceğimizi bilemiyoruz.
Zaten bu konuda yetişkinlerin sabıkası epey kabarıktır. Gerçeği, hayal gücünün koruyuculuğunda hazmedilmez acı liflerinden ayırıp, yenilir yutulur bir yiyeceğe ya da anlaşılır bir hikayeye dönüştürebilir miyiz?
Sorun bu kadar basit değil elbette. Doğrunun ve yanlışın, iyilerin ve kötülerin güdükleştirilmiş ikilemlerinde, katlanmak zorunda olduğumuz tüm sorunları, çektiğimiz acıları, yaşadığımız azapları, kayıpları anlatabilmek ve neden teslimiyet içinde olduğumuzun akla uygun bir açıklamasını yapabilmek için, hikayeden çok daha fazlasına ihtiyacımız var.
Ama bu ülkede gerçeği yalnızca gerçeği söylemenin çocukların korunmasız ruhlarında açacağı yaraları hiçbir zaman kapatamayabiliriz.
Televizyon haberlerini birebir yanında herhangi bir yetişkin olmadan ya da bir yetişkinle ama hiçbir açıklama olmaksızın seyreden tanıdığım küçük bir çocuk, sımsıkı rögar kapaklarını her gördüğünde ağlamaya başlıyor, yollardaki ufak girintilerin üzerinden ihtiyatla atlıyor ve ne tuhaf -çoğu yetişkinin hissetmediği şekilde- kendini suçluyor.
Plansız şehirciliğin azman çukurlarına düşerek boğulan çocukları neden kimsenin kurtarmadığını soruyor. "Belki," diyor, "yüzüp bizim oradaki denizden çıkmışlardır".
Evin bulunduğu caddeye birleştirilerek açılan otobanın şehrin bir şekilde içine gömdüğü, yok saydığı gecekondu denizini, viyadükleri sarsan otomobillerinin içinden fark edenler, oralardaki yoksulluğu turist merakıyla izliyorlar. Ancak apartmanların en alt katlarını, loş, bakımsız evlerini, arka bahçelerin müştemilatlarını reva gördüklerimiz, çocuklarının neden ellerinden kayıp gittiğini o küçük kız gibi soramıyorlar.
Ne soracak takatleri, ne karşılarında sorumlu merciler var. Bir otobüs dolusu insan ölüme gidiyor. Çocuklar ölüyor gene. Varyanttan aşağısı Konak. Tarifsiz acı. Cenazeler kalkıyor. Her şey bitiyor.
"Ağır siyaset" gündeminin arasında kendilerine yer buluyorlar. Ama hepsi bu kadar. Bu ümitsizlik boşuna değil. Ölen tüm çocuklar, yoksul insanların çocukları. "Nasıl olur da bu kadar kolay olur ölmek?" sorunun cevabını verebiliyor muyuz?
Çok izlenen bir dizinin "kapıcı ve kızı"nı "yüksek sanat eseri" karşısında çekirdek çitleyerek ortalığı kirleten, sanattan anlamayan kaba karakterler olarak çizmekten öteye gidemeyen sosyal sınıf analizini gülerek izlerken, bu konuda hiçbir ciddi politikanın üretilmediğini de düşünüyor muyuz acaba? Onların gündemi de yalnızca Cumhurbaşkanlığı seçimleridir, değil mi?
Demek istediğim, çocuklarımız da tüm bunlardan tamamıyla ayrı tutulamazlar. Bizimle birlikte varlar. Yetişkinlerin dünyasında. Sordukları her şeyin bir cevabı var. Ama bizim anlatacak neyimiz var? Ölümün güzel olup olmadığını, yaşıtlarının ölümünü nasıl anlatabiliriz ki çocuklara? Pis su dolu çukurdan yüzerek denize ulaşılmadığını, bir konserve kutusu gibi ezilen otobüsten sağ çıkılamayacağını nasıl anlatabiliriz, gerçeği...?
23 Nisan geldi. Çocukları stadyum gösterilerine, şiirlere, rontlara, eğlenceli programlara, dar zaman oyuncaklarına boğacağız. O küçük kafalarını sallayarak merakla sordukları sorularını da bir başka baharda cevaplarız artık.(TBÖ/EÜ)