10- 11 Mayıs 2014’te Mersin’de Çocuk Cezaevleri Kapatılsın Girişimi’nin “2014 Türkiye’sinde Çocuk Cezaevleri Paneli” yapıldı. Panel/çalıştayda birçok şey konuşuldu, tartışıldı ve panel sonrasında bir sonuç bildirgesi yayımlandı.
Sonuç bildirgesine geçmeden önce, bu vesileyle çocuk cezaevlerinin kapatılması talebinin, suç ve ceza kavramları konusunda, insan hakları mücadelesinde ve toplumsal dönüşüm arzusunda nereye denk geldiğine dair birkaç not düşmekte yarar var:
Ceza kavramının en az suç kadar anlamsız bir kavram olduğu düşüncesi sık sık dile getirilir. Suç kategorilerinin dönemsel ve tarihsel evriminin paralelinde uygulanan cezaların devlet ve sermaye ihtiyaçlarına göre nasıl oluştuğu Foucault tarafından net bir şekilde ortaya kondu. Foucault, büyük ölçüde Hapishanenin Doğuşu adlı kitabında, suç ve ceza pratiklerinin dönüşüm serüvenini aktarırken, işe Orta Çağda şiddetin hem bir sorgu hem de bir infaz yöntemi olarak halk huzurunda nasıl seyirlik bir gösteri olarak gerçekleştirildiğinin ayrıntılı betimlemesiyle başlar.
Foucault’ya göre Orta Çağ’da suçun şiddet yoluyla ve halka açık olarak yapılmasının nedenlerinden biri hakikatin ortaya çıkartılması, bu vesileyle de hükümranın iktidarının herkes tarafından görülmesi ve tanınmasını sağlamaktır. İkinci ve daha önemli neden ise hükümrana koşulsuz güç sağlayan yaşam ve ölüm üzerindeki karar verme hakkını vurgulamaktır.
Cezalandırmanın ve işkencenin kapalı alanlara taşınmasının başlangıcı ise 17. yüzyıl Paris’inin büyük kapatılmasına dayanır. Üretim dizgesinin dışında kalan aylaklar, deliler, serseriler ve suçlu olarak tanımlanan diğer herkes aynı yere kapatılır. Ardından insan bilimlerinin gelişmesiyle toplu kapatılanlar ayrıştırılarak, hapishaneye, tımarhaneye ve ıslahevlerine gönderilirler. Islah edilerek tekrar üretim sistemine dâhil olacaklar ile olamayacaklar da birbirinden ayrıştırılır. “Bu dönemden itibaren şiddet ağırlıklı suçlar giderek yerlerini mülkiyete karşı işlenen suçlara bırakmıştır.”(Keskin, 1996:119) 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde cezalandırma artık hükümranın gücünü pekiştiren bir şiddet gösterisi değil, kapalı alanlara taşınan sistematik ve giderek profesyonelleşen bir biçim alır. Temelini hapishanenin oluşturduğu bu cezalandırma yönteminin amacı “artık suçun hakikatini ortaya çıkarmak değil, bireyin davranış biçimleri ve bu davranış biçimlerinin ıslah edilmesidir.”(Keskin, 1996: 119)
Foucault’ya göre, hapishanenin bir diğer amacı “itaatkar, kurallara, düzene ve kendini kuşatan otoriteye boyun eğmiş ve bu otoriteyi içselleştirmiş bir birey yaratmaktır.” (Keskin, 1996:121) Cezalandırma yöntemindeki bu dönüşüm hükümranlıktan disiplinci yeni iktidar biçimine geçişle ilişkilidir. “Olumuz ve sınırlayıcı eski iktidar biçiminin aksine bu yeni iktidar biçimi olumlu, üretken ve yaşamın desteklenmesine yöneliktir.”( Keskin, 1996: 121) “Foucault’un bio-iktidar olarak tanımladığı bu iktidar formu bedeni nesneleştirir ve benden üzerinden üretime odaklanır. Bedeni disipline ederek, yeteneklerini geliştirerek ve uysallaştırıp ıslah ederek, üretim mekanizmalarıyla bütünleştirir. Kapitalizmin gelişmesi için vazgeçilmez bir unsur olan bio-iktidar, bedeni üretken kılmak için aile, okul, ordu, hastane, hapishane gibi kurumlarla işlev görür. Bu kurumların hizmet ettiği amacın ortaklığından dolayı (toplumsallastırma), Işık Ergüden hapishaneleri yıkmayı isteyenlerin aslında toplumu yıkmak istediklerinin altını çizer. Ona göre, hapishane toplumun şiddetli ve sadık(yoğunlaştırılmış) bir kopyasından, mikro-yansısından başka bir şey değildir (Ergüden, 1996:116). Türkiye’deki modern hapishaneler -F tipi/hücre tipi ve diğer tecriti-soyutlanmayı hedef alanlar- sürekli bir gözetim ve denetim mekanizmasıyla toplumsal olarak yalnızlaştırılan, tüketim kültürünün doruklarında sosyalleşen, eğlenen ama asla kendini gerçekleştirecek sosyal ilişkiler ağları kuramayan modern toplumun bir kopyasıdır esasında. Toplumun bir uzantısı olarak hapishane, tıpkı normalleştirmeyi ıslah etmeyi ve topluma kazandırmayı hedefleyen diğer toplumsallaştırma araçları gibi işlemektedir. İşlevsel olarak ne daha fazla ne daha eksik…(Ergüden, 1196:115)
Deleuze'un öznelerin yaratıcı inşasına işaret ederek çözümlediği denetim toplumunda ise insan, artık kapatılan ve disipline edilen değil, borçlandırılan insandır. Borçlandırılma asıl denetim mekanizmasıdır. Beden yaratıcılığa teşvik edilerek, olabilecek her yaratıcı unsur denetlenip metalaştırılmaktadır. (Deleuze, 1992)
Yukarıdaki düşünsel dizgeyi izleyecek olursak çocukluk bu üretici ve olumlayıcı iktidar aygıtının en değerli nesnesi ve öznesidir kuşkusuz.
Çocuğun ‘çocuk’ olarak kodlanması, bedenin üretici bir unsur olarak görülmeye başlanmasıyla başlar. Çocukluk kategorisi de insan bilimlerinin gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Ortaçağda çocukların büyüklerin minyatürü olarak görüldüğü, henüz yeterince büyümemiş büyük olarak değerlendirildiği söylenmektedir.
Sanayi devrimiyle birlikte ise çocuk sömürülebilen bir varlık olarak kodlanmıştır. Çocukluk modern toplumda eğitim kurumlarının ortaya çıkmasıyla, disiplinci iktidarın işleyiş mekanizmalarıyla kategorilendirilmiştir. Ancak çocukluk da, toplumsal inşada diğer gruplar gibi sınıfsal, etnik ve cinsiyet temelinde ayrımcılıklar içermektedir(Akbaş ve Atasü Topçuoğlu). Kavramsal olarak imtiyazlı bir çocukluk yaratılırken, bu gruba ancak belirli toplumsal gruplar(burjuva) dahil olabilmiştir. Yine Foucault’un kavramsallaştırmasıyla bakarsak, çocukluk tarihin belli bir döneminde sorunsallaştırıp, söylemsel ve söylemsel olmayan pratiklerce belirlenmiştir. Çocukluk kategorisi beraberinde çocuğa bir yatırım gözüyle bakmayı getirmiştir. Çocuk aile içindeki “kıymetli”, eğitilmesi gereken, eğitilemiyorsa ıslah edilmesi geren bir varlıktır artık. İmtiyazlı çocuk grubunun dışında kalanlar ise sömürülmeye, hapishanelerde tacize uğramaya ve etnik kimliğinden dolayı şiddete maruz kalmaya devam etmiştir.
Terörle Mücadele Kanunu mağduru çocuklar ya da taş atan çocuklar olarak adlandırılan ve çoğunlukla doksanlardaki zorunlu göç sonrası metropollerde büyüyen çocukların dâhil olduğu kuşak ise bu toplumsal inşada ‘imtiyazlı’ olamayan gruptur.
Öyleyse, yaşam boyu inşası süren bir çocuk mevcut düzeneğin dışına çıkmaya yeltendiğinde ne yapılır?
Türkiye’de süre giden sistem çocuğu cezalandırıyor, hapse atıyor ve devlet şiddetinin en uç noktalarına maruz bırakıyor. Avrupa ülkelerinde ise yukarıda özetlemeye çalıştığımız denetimci iktidar aygıtları tarafından alternatif psikososyal programlara alınıyor, eğitiliyor, teşvik ediliyor ve nihayetinde üretim ve tüketim dizgesinde onu bekleyen yerini alması sağlanıyor. Herhangi bir ihlale yer bırakmayan bu yeni iktidar pratiğinde ya da denetim toplumu olarak özetlenebilecek böyle bir ağda, çocuk ancak tabiiyeti kabul ederek özneleşebiliyor. Buradaki özne inşası (özneleşme süreci) yasaya tabiiyetle mümkün olabiliyor.
Peki, ‘çocuk cezaevleri kapatılsın!’ sloganıyla hareket ettiğimiz bugünlerde, alternatif modeller araştırılırken, çocuk mahpuslara ne olacağına dair bulunan çözüm önerilerinin-Almanya modeli, şimdiki toplumsal yapıya uygun revize edilmiş batı ülkeleri modelleri- tam da çocuğu bu noktada üretken ve tüketici kılmayı hedefleyen modeller olduğunu bilmek neye delalettir?
Başka bir deyişle, batı Avrupa ülkelerinde denetim dışı olan çocukların üretken steril öznelere dönüşümünün başarılı bir şekilde gerçekleştirildiği bilgisi; çocukları, pozitif iktidarın üretken bireyler yetiştirme arzusunun dışına çıkarmayı getirmeyeceği, kapatma ve disipline etmenin farklı bir şekilde devam edeceği bilgisi çocuk hapishanelerine ilişkin bu taleplere halel getirir mi?
Ya da toplumun bir hapishaneye dönüştüğünü vurgulayan mantıksal dizgeyi takip etmek, hapishanelerde ve özelde çocuk hapishanelerinde süre giden işkence, kötü muamele, taciz tecavüz olaylarına karşı geliştirilecek bir çözümde, pratik anlamda işimize yarayabilir mi? ‘Çocuk cezaevleri kapatılsın’ı hedefleyen bir girişim ya da kampanya -ki içerisinde yeni bir modelin imkânlarını ve bağımsız izleme mekanizmalarını da barındırmaktadır- ‘bütün cezaevleri yıkılsın’a giden yolun imkanlarını da barındırır mı?
Bu ve benzeri sorulara kısmen de olsa yanıt verebilmek için, çocuklara ilişkin bu mücadelenin temelde bir insan hakları mücadelesi olduğunun altını çizmek gerekir. Hukuki yollarla da sürdürülen bu mücadele, devlete bazı talepler dayatılarak sürdürülmektedir. Kampanya, çalıştay ve yasal değişiklik önerileriyle, süre giden akut bir duruma çözüm aranmaktadır.
Bu noktada “İnsan hakları” söyleminin, 1948’de insan hakları evrensel beyannamesinin kabul edildiği günden bu yana eleştirildiğini de hatırlamakta yarar var.
Hannah Arendt’in “haklara sahip olma hakkı” olarak sorunsallaştırdığı ve evrensel insan haklarının, “evrenselliğinin” ulus devlet sınırlarıyla belirlendiğini vurgulayan ilk sistematik eleştirisinden bu güne, insan hakları kavramına bir yığın eleştiri getirildi.
Arendt basitçe devletsiz bir kitle olarak mültecilerin, insan hakları sınırlarının dışında kaldığını ifade ediyordu. O günden bu yana insan hakları kavramının ve bütün hukuksal ve siyasal göndermelerinin kapsamlı eleştirileri yapıla geldi. Hak kavramının ulus-devletle, yurttaşlıkla kesişen boyutları ve ‘evrensel doğru’ya yaptığı göndermeler tartışmaya değer ama bu yazıda, bu tartışmalara girmeden ve bütün bu tartışmalara rağmen, “çocuk cezaevleri kapatılsın” talebinin gerekliliği üzerinde durulacaktır.
Hatırlayalım, bu girişim Pozantı’daki çocuklara yönelik vahşet olaylarının gün yüzüne çıkmasından sonra başlamıştı. Yakın zamanda yine bir çığlıkla deşifre olan Ceyhan cezaevindeki olay ve buna benzer henüz gün yüzüne çıkmamış şiddet ve işkence hikayelerinin olası varlığına acil bir yanıt bulma kaygısı ve motivasyonuydu girişimi oluşturan ve insanları bir araya getiren şey.
Hapishanenin kendisinin bir şiddet aygıtı olduğunu, insanı yalnızlaştırdığını, pasifleştirdiğini ve giderek hiçleştirmeyi hedeflediğini yine Ergüden’in söz konusu yazısından biliyoruz.
Ergüden, Türkiye’deki modern hapishanelerin 80 sonrasında askeri kışla kurallarıyla yürütüldüğünü hatırlatmaktadır. Çocuk cezaevleri kapatılsın girişiminin Nisan 2014 tarihli raporunda çocuk mahpusların tanıklıkları da bu durumu doğrulamaktadır: “… zaten asker gibi dizip öyle sayım yaptırıyorlar bize…hazırolda tutuyorlar sayım esnasında…” Yine Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın yıllık Tedavi ve Rehabilitasyon Merkezleri raporlarında, Türkiye’de süre giden işkence, kötü muamele ve hapishanelerin yarattığı tahribatların detaylı dökümü verilmektedir.
Bu noktada şöyle bir ikilemle karşı karşıya buluyoruz kendimizi. Ya gidip hapishanelerin duvarlarını yıkmak ki bu bir toplumsal devrimle mümkündür. Ya da daha olası gerçekleştirilebilir bir ara formu devlet aygıtına dayatarak çocukları bu şiddet mekanizmasının dışına çıkarmak. Çocuk cezaevleri kapatılsın girişimi bu ikinci seçeneği en geç bir yıl içinde gerçekleştirmeyi hedefliyor.
Yeri gelmişken hukukun değil ceza sisteminin bir öznesi olduğumuzu belirtmekte fayda var. Bir suçu tanımlayan şey yasalar olmasına rağmen suçu yeniden üreten şey ceza aygıtlarıdır. Çalıştayda en çok üstünde durulan olgulardan biri hapishanelerin ‘suç’ olarak tanımlanan davranışları yeniden üretme başarısıydı. Buradan hareketle sonuç bildirgesinde ‘çocuk’ ve ‘suç’ kavramlarının yeniden tartışılması hedeflenirken, 18 yaş altı bütün çocukların mevcut ceza sistemlerinin dışına çıkarılması ve kapalı bir kurum önermeksizin alternatif çözüm yolları konusunda çalışmaların derinleştirilmesi kararı alındı.
Bütün teknik detaylar bir yana girişimin çağrısı çok net aslında: ”Çocuklar değil, cezaevleri kapatılsın!” (İY/HK)
Özet kaynakça
Akbaş, Emrah; Atasü Topçuğlu, Reyhan. “Modern Çocukluk Paradigmasının Oluşumu- Eleştirel Bir Değerlendirme”.
Deleuze, Gilles (1992). “Denetim Toplumları”. Çev. Ulus Baker.
Ergüden, Işık (1996). “Örnek Bir Şiddet Mekanı: Hapishane”. Cogito Sayı 6-7. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Foucault, Michel (2001). “Hapishanenin Doğuşu”. Ankara: İmge Kitabevi.
Foucault, Michel (2000). “Büyük Kapatılma”. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Keskin, Ferda (996). “Foucault’da Şiddet ve İktidar”. Cogito Sayı 6-7. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.