Saatlerdir yazıp yazıp siliyorum. Gözlerimin önünde hala asılı duran o kareleri, en iyi hangi kelimelerle anlatırım diye düşünüyorum .
Duygusallık değil bu, hastaneleri ya da ölüm denilen gerçeği bilmemek hiç değil.
Ne mi anlatıyorum?
Geçtiğimiz günlerde Diyarbakır Gazi Yaşargil Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin COVID-19 yoğun bakımına girdim.
Haberi bianet'te üç gün önce okumuş ya da belki görüntüleriyle sosyal medyada karşılaşmışsınızdır. Ama yine de şuraya bırakayım.
TIKLAYIN- COVID-19 yoğun bakımında olmak
Ömrümde ilk kez girmiyordum o ölüm kadar soğuk odalara. Zaten yoğun bakıma girene kadar hekimler, yoğun bakım çalışanları, hemşireler, meslek örgütleriyle sayısız kez haber yapmıştım.
Az çok nelerle karşılaşacağımı bir parça da olsa bildiğimi sanıyordum.
Değilmiş! Gördüklerim işittiklerimden çok daha fazlasıymış.
*** *** *** *** *** *** ***
Salı günü sabah saatleri, yoğun bakıma girmeden önce bir süre hastane bahçesinde oturdum.
O koca bahçeyi mesken tutan, halılarını, yastıklarını alıp hastaneye yerleşen hasta yakınlarını izledim.
Yorgunluğun, belirsizliğin, korkunun yüzlerine nasıl işlediğine uzun uzun baktım.
Kapıya bakıyor hepsi, gözlerini ayırmadan kapıya sırtını dönmeden…
O kapıdan bir şey gelmeyecek, biliyorlar. Ama yine de oradalar, içerideki sevdiklerine olabilecek en yakın mesafede...
"Bu hastalık bizi mahvetti kızım"
Etrafıma bakarken, yüz ifadem hasta yakını olmadığımı ele veriyor olmalıydı ki, bir hasta yakını hastaneye niçin geldiğimi mi sordu. Gazeteci olduğumu söyleyince yüksek bir tonda “bu hastalık bizi mahvetti kızım” dedi.
60 yaşlarında var ya da yok Musa Bey, COVID-19 yoğun bakımında olan ve iki gün önce uyutulan babasını beklediğini söylüyor. Ne kadar süredir hastanede olduklarını ise hatırlamıyor.
Belki bir ay ama onun için aylara döndüğünü sık sık söyleme ihtiyacı duyuyor.
Bütün hayatlarının hastane olduğunu, eve gitse bile huzursuz hissedip en fazla iki saat sonra bahçedeki yerine geri döndüğünü anlatıyor.
Gözleri dolu dolu, derin bir iç çekerek devam ediyor : "Hastane evimiz oldu, Allah kimseye yaşatmasın kızım.
“Babamın yaşı var ama benden senden sağlamdır ha! Eski toprak, hastane yüzü görmemiş, bu hastalık olmasa daha da görmezdi. İnsanın en çok da zoruna bu gidiyor.
"Ölüm Allah'ın emri, hepimiz geldik gideceğiz. Ama bu hastalık çok zor. Bir bardak su bile veremiyorsun, içeride durumu nedir bilmiyorsun, göremiyorsun. Günde bir kez doktordan ya da hemşireden üç cümle duyuyorsun hepsi bu kadar."
Yanından ayrılırken, “İyi yaz kızım, iyi yaz ki herkes anlasın bu lanet hastalığı” diyor...
"Bunun sonu çok kötüye gidecek"
İçeri girme vakti geldi.
Son bir görüntü almak istedim, hemen yanı başımda bir ses, “Gazeteci misiniz?”
Aldığı "evet" yanıtıyla konuşmaya başladı içerideki annesini bekleyen Mehmet Bey, hastaneden her gün defalarca kez cenaze çıktığını ve buna tanık olmanın çok zor olduğunu söylüyor.
“Bunun sonu çok kötüye gidecek” diyor tekrar tekrar: “Ölenler sayı değil, birimizin annesi, birimizin babası, çocuğu, kardeşi, hepsi bir can.”
Çığlıklar, yakarışlar, Kürtçe ağıtlar...
Mehmet Bey de "aşı, tek çare aşı" diyerek sözlerini tamamlamıştı ki, benim artık içeri girmem gerekiyordu. Dr. Jehat Kılıç kapıda bekliyordu beni.
Hazırlık daha o dakikadan itibaren başladı. Bir tane olan maske ikiye çıktıktan sonra içeri giriyoruz.
Asansöre değil, merdivenlere ilerledik. Bütün katlara bakarak çıkalım istedik. Koskoca hastane bomboş, terk edilmiş gibi...
Öyle ıssız öyle sakin. Ta ki yedinci kata çıktıktan bir süre sonra duyduğumuz o çığlığa kadar.
Giyinme odasına birkaç adım kalmıştı sanırım, aşağıdan yukarı sesler yükseliyor.
Hastane burası, bu sesleri duymanın en mümkün olduğu yerler elbette.
Ama o anki refleksin bu kadar da "normal" olmuyor. Dr. Kılıç ile pencereye koştuk. Karşı bloğun en alt katı morg çıkış kapısıymış.
Çığlıklar, yakarışlar, Kürtçe ağıtlar...
Ne kadar zaman geçti hatırlamıyorum ama bir süre sessizce morgun kapısına baktık.
Sonra tekrar dönüp hazırlık odasına yürüdük.
"Sanmayın alışıyoruz, alışamıyoruz"
“Son zamanlarda bu çığlıkları günde en az 15 kez duyuyoruz” dedi doktor Kılıç, “Ama sanmayın alışıyoruz, alışamıyoruz.”
Her gün de duysan bir kez dahi duysan, işin gereği bile duysan; hayır alışılamazdı o ağıtlara...
Kulağıma dolan ağıtlarla odaya geçip hazırlandım, astım hastası olduğum için iki normal maskenin üstüne bir M5 maske ve siperlik taktım.
Saçlarımı toplayıp bonenin içine koyduktan sonra önlüğümü giydim, artık hazırdım.
Sanırım ilk önce servisteki hastaları ziyaret ettik. Her birinin en az 20 gündür hastanede olduklarını öğrendim. ( Bu zaman dilimini kendileri hatırlamıyor, hekim söylüyor)
Oksijen maskesi takılı zar zor konuşuyorlar. Hastanedeler ama onlar için bu oda aynı zamanda mapushane gibi sevdiklerini göremiyorlar.
Yani, Mart 2020'den önceki normal günlerimizdeki gibi bir hastane sürecinde değiller, yalnızlık var bu kez.
"COVID zor ama hastane odasında kimsesizmiş gibi kalmak daha zor" diyor bir hasta. Zar zor çıkan sesiyle "Dışarıdaki herkese söyle, çık kapıya bağır; aşı olsunlar."
Hiç dışarıdan duyduğumuz gibi değilmiş...
İki ya da üç oda gezdikten sonra, yoğun bakıma gidiyoruz.
Sonradan anladım ki, en zoru burasıymış. Hiç dışarıdan baktığımız, duyduklarımızla resmini çizdiğimiz gibi değilmiş...
Nasıl anlatabilirim, anlatabilir miyim?
"Nefes alamıyor yoğun bakımda yatan hastalar, gözleriyle bile çığlık atıyorlar" desem geçirebilir miyim o duyguyu...Nefes alamayan bir insanın yüzündeki acıyı yeteri kadar anlatmış olur muyum?
Anlatamam biliyorum, yoğun bakıma girene kadar ben de anlayabildiğimi düşünüyordum ama dışarıdan ne kadar duyarsan duy anlamak çok zormuş.
Her şey bir yana cihazların hiç susmayan, doktor çağıran sesi dahi çok yorucu. Zira ölümle yaşam arasındaki sesler, yoğun bakımda hiç susmuyor.
Çok şey yazabilirim hem de çok... Ancak hastane kapısında bekleyen hasta yakınları gözümün önüne geldikçe devam edemiyorum.
Yazıyı noktalarken, hastaların ve yakınlarının mesajlarını yinelemek istiyorum: Yoğun bakımda nefes alamadığı için çırpınan bir hasta olmadan ya da morg kapısındaki ağıtları işitmeye gerek kalmadan, bu ateş sizi yakmadan; aşı olun. (AÖ/RT)