Cezaevinin duvarları soğuk değil, çok soğuk… Dokunmadan bile bakışlarınızla hissedersiniz.
Dış duvarlarının üstü tellerle örtülü, içerdekiler çıkmasın, kaçmasın diye…
Cezaevleri yaşamların sürgün mekânları… Şehir dışına kurulması adettir. Dev beton duvarlarla çevrilidir ki; içerisi dışarısını, dışarısı da içerisini görmesin diye tasarlanmış tecrit binalarıdır. Ses işitmez ve görmezsiniz bu sürgün mekânlarında ve firar yasaktır, suçtur. Demir kapıların sesidir yankılanan ve kapıların üzerinize kapatılmasıdır. Kendi kapınızı kendinizin kapatabildiği mekânlardaki yaşamı özlersiniz.
Görüş sırasında görüşmecilerle içerdekilerin karşılıklı bir çift sözü, sevgi dolu bakışı, gülümsemesi ve hatta kahkahaları sürgün mekânının soğuğunu kırar ortalık sımsıcak olur, ısınır. Mekânın kötüleri bunu bilmez! Onlar soğuğun hükümdar olduğu sürgün mekânlarının demir kapı kapıcılarıdır.
Hapishane işte; kararı başkaları verir. İstesiniz de istemeseniz de zamanı birlikte geçireceğiniz insanları seçmenize izin verilmeyen sürgün mekânlarında hiçbir şey için seçme hakkınız bulunmayan soğuk davarlar arasında şiddetin yaşanmasıdır. Siz olmaktan çıkarsınız, çıkarmak isterler, yasaklar tebliği edilir, sayılır ve üzerinizde uygulanan cebri icraya, şiddete uyarsanız.
Bizim cezaevlerinde benim gazetecilerim ve benim meslektaşlarım için “mektuplaşmak” yasak. Sürgün mekânlarında onlara yazılmış mektupları verilmiyor, onlar mektup yazamıyor.
İnsan, sevdiklerine, yakınlarına onlardan ayrı düştüğünde içini dökmek, açılmak istediği zamanlarda duygularını, düşündüklerini mektupla aktarır. Kişiseldir mektuplar, ama sürgün mekânı hapishanelerin duvarlarını yıkar ve siz firar edersiniz. Bir kalemle, bir kömürle ve acılı zamanlarda kanla yazılmış kâğıtlardır mektuplar; özgürlüğünüzdür…
Bir gün bu sürgün mekânlarından “yazılmamış mektupların” edebiyatı; yaşamın kahkahaları olarak cezaevi duvarlarını bile ısıtacak. Soğuk duvarlar arasından yukarıda gözüken bir avuç gökyüzüne uçurulan kâğıttan yapılmış turna kuşları gibi uçuşan mektuplar dünyayı saracak.
Michelangelo’nun yazdığı beşyüzden fazla, Van Gogh’un kardeşine yolladığı altıyüzelliye yakın, Franz Kafka’nın Milena’ya, onun Kafka’ya yazdığı mektuplarına bakın… Onları ve yaşadıklarını anlamamıza yarıyor (Türk Dili Dergisi. Mektup Özel Sayısı. Yıl 24. Sayı 274. 1 Temmuz 1974).
Acılı baskı dönemlerinin mektupları çok değerlidir. Stefan Zweig’ın son iki mektubu unutulmazdır, Rosa Lüxemburg mektuplarında hapishane parmaklıklarına asılı kalan yaşamını ve hücresini aydınlatan ışığı anlatırken acıyı ve şiddeti hissedersiniz. Tolstoy, Lenmontof, Turgenyef ve Gogol ve Dostoyevski’nin mektupları unutulmazdır. Dostoyevski (1821-1881) Petraşevski Grubu adlı tehlikesiz bir tartışma grubunun üyesi olduğu iddiasıyla kürek cezasına mahkûm edildi ve Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Kardeşine yazdığı 22 Şubat 1854 tarihli mektubunda Sibirya sürgünü yolculuğunu ve çok soğukları anlatır… Özetle birkaç satırı…
“Nihayet seninle daha uzun uzun, sanırım daha emin olarak konuşabileceğim... Ama her şeyden önce, bırak da sana, Tanrı aşkına, neden henüz bana bir satır bile yazmadığını sorayım. Asla aklıma getiremezdim bunu yapacağını! Zindanda yalnızlık içinde, kaç kere senin, belki de, artık yaşamadığını düşünürken en gerçek umutsuzluğun içimi kapladığını hissettim ve geceler boyu çocuklarının akıbetini düşünüyor ve onların yardımına koşmama engel olan alınyazısına lanet ediyordum... Kafamın içindekilerin hepsini nasıl anlatmalı sana? Yaşamımı, edindiğim inançları, zindandaki işlerimi sana anlatmak olanaksız. Bir işi yarım yamalak yapmayı sevmiyorum; gerçeğin yarısını söylemek, hiç bir şey söylememektir. Ama gerçeğin özü şu: eğer okumasını biliyorsan, bütünüyle yakalayacaksın onu. Bunu sana borçluyum, bu yüzden anılarımı bir araya toplamakla işe başlayacağım.
Canım dostum, biricik dostum, biliyorsun nasıl ayrıldığımızı. …Gece yarısı, tam Noel sırasında vuruldum ilk kez zincire. On kilo geliyor zincir ve bununla yürüyüş çok rahatsız. Sonra, her birimizi, birer jandarmayla, ayrı ayrı üstü açık bir kızağa bindirdiler (baş muhafızın tek başına bindiği kızakla birlikte, dört kızak ediyordu) ve Saint -Petersbourg'dan ayrıldık.
Yüreğim kabarmıştı, duygularımın aşırı çokluğu başımı döndürüyordu. Bir kasırgaya tutulmuşum gibi geliyordu bana, hissettiğim şey kara bir umutsuzluktu yalnızca. Ama açık hava beni kendime getirdi ve tıpkı her yaşam değişikliğinde olduğu gibi, izlenimlerimin canlılığı yeniden yüreklenmeme yetti, öyle ki kısa bir süre sonra bütün tasalarım dağıldı. İlgiyle, içinden geçtiğimiz Petersbourg'a bakmaya başladım. Evler bayram dolayısıyla aydınlatılmıştı ve ben, birbiri arkasından, onların her birine elveda diyordum. Senin evini geçtik. Krorevskiy'nin evi ışıklar içindeydi. İşte orada ölüm derecesinde hüzünlendim. Evde bir Noel ağacı bulunduğunu ve Emilia Theodorovna'nın çocukları oraya getireceğini bizzat senden öğrenmiştim; sanki onlara veda ediyormuşum gibi geldi bana. Ne kadar özlemiştim onları! ve birçok sene sonra, kaç kere gözlerim yaşlı anımsadım onları. Hüzün vericiydi. Ağladım. Bütün yolculuğumuz boyunca, köylerdekilerin hepsi bizi görmeye koşuyor ve zincirlerimize rağmen, duraklarda bize her şeyin parasını üç misliyle ödettiriyorlardı. (…) Birçok kez hastanede yattım. Sara nöbetine tutuldum; ama pek sık değil, doğrusu. Ayaklarımda romatizma sancıları var. Bunun dışında, sağlığım yerinde. Bütün bu sıkıntılara, hemen hemen tam bir kitap yasağını da ekle. Kazara elime bir kitap geçirince, gizli gizli, arkadaşlarımın tükenmek bilmez nefreti, gardiyanlarımızın zorbalığı ve tartışmalar, küfürler, bağrışmalar, sonu gelmez itiş kakışlar arasında okumak gerekiyordu. (…)
(... ) İşkenceli çalışmalar sırasında, haydutlar içinde, gerçek insanlar, derin, güçlü, güzel kişilikler buldum sonunda. Çamurlar içinde cevher yani. Aralarında öyleleri vardı ki, yaratılışlarının kimi yönleriyle, saygı uyandırıyordu insanda; bazısı ise baştan aşağı, mutlak olarak iyiydi. Haydutluk suçundan zindana atılmış Çerky adlı bir delikanlıya okuma yazma öğrettim; hatta Rusça bile öğrettim ona. Ne serseri, ne haydut hikâyeleri topladım bilsen! Ci1tlerle kitap doldurabilirim bunlarla. Ne olağanüstü İnsanlar! Zamanımı boşa geçirmedim; Rusya'yı incelemediysem de, Rus ruhunu ezbere biliyorum; pek az kişi bu ruhu benim kadar tanıyor... Sanırım övünüyorum. Bağışlanabilir bir kusur, değil mi?
( ... ) Kur'an'ı, Kant'ı (Salt Aklın Eleştirisi), Hegel'i, özellikle onun Felsefe Tarihi'ni gönder bana. Geleceğim bütün bu kitaplara bağlı. Ama özellikle de Kafkasya'ya aktarılmam için harekete geç. Bu işleri iyi bilenlere kitaplarımı nerede yayımlayabileceğimi ve bunun için yapılması gerekli olan şeyleri sor. Gerçi iki üç yıldan önce bir şey yayımlayabileceğimi sanmıyorum. Ama yalvarırım sana, o güne kadar yaşamama yardım et! Eğer biraz param olmazsa, bu adamlar öldürecek beni! Sana güveniyorum.
( ... ) Şimdi roman ve dramlar yazmaya başlayacağım. Ama daha çok, pek çok okumam gerek; sakın unutma beni! Bir kere daha Allahaısmarladık. Th.D” (Andre Gide, Dostoyevski, Çeviren: Bertan Onaran, Istanbul1965, s. 68-78. Türk Dili Dergisi 1974 )
Dostoyevski’yi, zincirlerini şakırdatarak yaşadığı on yıl süren sürgün hapisliği çok etkiledi. Ona göre özgürlük gereksinimi; insanın kendi iradesini kullanma gücüne sahip olma duygusudur. Hapishane, bu duyguyu yok etmek üzere yaratılan sürgün mekânlarıdır. Mektuplar, sürgün mekânlarına direniştir. Özgürlük duygusunu besler, insanı hayatta tutar.
Diğer yandan ayrı düştüğümüzde mektup yazmak, direnmek ve hayatı paylaşmaktır. Sürgün mekânlarında olsak bile kahkaha atmak, her şeye inat bazen çok iyidir, gülümsemenin sınırlarını aşan direniştir. Hafızam beni yanıltmıyorsa Hannah Arent’in dediği gibi otoritelerin düşmanıdır kahkahalar; çünkü onları zayıflatmanın en kesin yoludur.
Sibirya soğuğu Dostoyevski’yi etkilediği kadar memleketimin hapishanelerini de etkiliyor ama olsun. Mektup yazmak, mektup almak bile yasaksa eğer; gülümsemek özgürlüktür ve bu soğuk cezaevi duvarlarını sadece daha çok soğutur, ama o kadar. (Fİ/BK)