Fotoğraflar: Jade Cemre Erciyes arşivi-Kefken 21 Mayıs 2014
ODTÜ Kaf Kulübü ile 2004 yılında birçok Çerkes yerleşimine, festivallerine ve 21 Mayıs anma etkinliklerine gittim.
Karşılaştığım her Çerkes ilk olarak bana “nerelisin” ve “kimlerdensin” sorularını soruyordu. Cevap verdikten sonra öğrenci olup olmadığımı öğrenmek istediklerinde sosyolog olduğumu ve Kafkasya üzerine yüksek lisans tezi yazdığımı söylediğimde, bana hiç gitmedikleri ve görmedikleri Kafkasya’ya dair hikayeler anlatmaya başlıyorlardı.
Sürgün öncesi yaşamdan, sürgün sürecindeki ve sonrasındaki kayıplardan, Anadolu’ya ya da Balkanlara geldikten sonra yaşananlardan, tekrar tekrar yerinden edilmelerine sebep olan koşullardan, dünyaya dağılmışlıklarından, Kafkasya’daki doğadan, günlük yaşamın farklarından, bir gün mutlaka gitmek istediklerinden bahseden her yaştan insanı dinledim o sene.
Anlatıcı rolüm değişti
Sonra 2005 yılı Ekim ayında Kafkasya’ya gittim. Kafkasya’da yaşayan doğum yerleri Türkiye, Kosova, Suriye, Ürdün olan Çerkeslerle konuştum. Onlar da bana geldikleri yerlerdeki varlık ve refahla karşılaştırılamayacak Kafkasya yaşamının güzelliklerinden, geldikleri yerlerde hiçbir zaman tam anlamıyla ait hissetmediklerinden bahsettiler.
Türkiye’ye geri döndüğümde bu kez her karşılaşmada “Kafkasya’ya gitmiş olan” anlatıcı rolü bana geçmişti. Bana soruyorlar, bildikleriyle aynısını mı söyleyeceğim diye merak ediyorlardı. Bütün bu anlatılar benim Türkiye Çerkesleri’nin kimlik algısı ve anavatanları Kafkasya’ya dönüş hayallerine akademik bir ilgi duymama sebep oldu.
2005 yılındaki karşılaşmalarda aldığım notlarla başlayan araştırmam 2014 yılında İngiltere Sussex Üniversitesi Göç Araştırmaları Bölümü’nde doktoramı tamamladıktan sonra da parça parça 2018 yılına kadar devam etti.
Türkiye’nin Kafkasya’ya en çok geri dönüş göçü veren şehirleri başta olmak üzere birçok Çerkes yerleşiminde ve Kafkasya’da toplamda 500’den fazla kişiyle yaptığım röportajlar ile farklı etkinliklerden, toplantılardan gözlemlerim ve yolumun kesiştiği Çerkeslerle sohbetlerime dayanan çalışmamda en çok karşılaştığım kavram hiç beklemediğim şekilde aidiyet oldu.
Aidiyet kavramı mekân ve toplumla ilgili bir kavramdır. Üzerine düşündüğünüz zaman bir yerden olmak (memleket) ve bir mekânın insanı olmak (hemşerilik) kavramlarıyla yakından ilişkilidir. Ancak bunlardan daha fazlasıdır da aynı zamanda.
Aidiyet kelimesinin Çerkeslerle yaptığım görüşmelerin birçoğunda geçtiğini farkedip bu kavramın kullanıldığı anlatılara baktığımda, Çerkeslerin Türkiye’ye aidiyetini sarsan birçok farklı hikâye dinlemiş olduğumu fark ettim.
"Hain Çerkes Ethem..."
Bu anlatı Çerkeslerin Türkiye’ye aidiyetsizliğini tetikleyen ilk farkındalıklara bir örnek. Okul çağındaki çocuklar için “buralı olmama” duygusunu pekiştiren, ilköğretimde okunan andımızdı.
Evde Türkiyeli de Türk de olmadığını duyan, aile içinde anadilini konuşan, çevresindekilere göre farklı yaşadığını, düşündüğünü ve davrandığını gören Çerkes çocuklarının bir kısmı yaşadıkları yerin kimliğinin parçası olamadıklarını andımızı okurken ve öğretmenleri onları ötekileştirdiğinde fark ederler. Çerkesler için yaş ilerledikçe aidiyetsizlik hissini tetikleyen bir diğer olay, ortaokul tarih derslerinde okutulan “Hain Çerkes Ethem” konusu:
"Aklım ermeye başladıktan sonra andımız bana çok … ağır gelmeye başladı. ... Zaman zaman belirli ortamlarda özellikle, ortaokul yıllarından itibaren tarih derslerinde bu Çerkes Ethem bende … tırnaklarımı çıkarmama sebep olacak bir dönem haline geldi. Çünkü Çerkesce bir isim taşıyorsun, ve tüm sınıf Çerkes olduğunu biliyor senin. Ki ben bunu hep gururla taşıdım ama sınıfta böyle birşey olduğunda, herkesin dönüp size bakması, o gözler çok rahatsız ediyor."
Çerkesler öncelikle ailelerinde devam eden Kafkasya ve sürgün hafızası ile buralı olmadıklarını fark ederler. İlköğretim sistemi içinde andımız ile çatışan bu duyguları pekişir. Ortaokul çağlarında “Hain Çerkes Ethem” dersleri, hele de isimlerinden Çerkes oldukları anlaşılıyorsa veya zaten küçük bir yerleşim yerindelerse ve Çerkes olarak biliniyorlarsa onlar için daha derin bir aidiyetsizlik hissi yaratır.
"Ben" ve "öteki" Çerkesler
Dönem dönem daha çok Çerkes olmayanlarla vakit geçirseler de “ev” ve “öteki” arasındaki kültürel farklar aidiyetsizlik hislerini çoğaltır. Kırsalda kapalı köylerde yaşayanlar aidiyetini köyünde ve ağırlıklı olarak Çerkeslerle vakit geçirdiği ilçe merkezlerinde bulurlar. Ancak büyük kentli ve köyüne duygusal bağı olmayan yeni nesiller, “kendileri” gibi yaşayan, ne buralı ne de Kafkasyalı olmayan, ama hem buralı, hem Kafkasyalı olan diğer Çerkeslerle arkadaşlık bağları kurarak kendi kapalı topluluklarını yaratır ve bir süre için aidiyet bulurlar.
Yukarıda paylaştığım alıntıları vermeden sadece bunları söyleyerek de aslında söylemek istediğimi aktarabilirdim. Ancak bu anlatılardan taşan o çatışma ve aidiyetsizlik duygularını sadece benim yazdıklarım anlatamazdı veya anlatabilse de bu yine yazımın asıl özneleri Çerkesleri bir kez daha sessizleştirmiş olmak olurdu.
Çünkü son alıntıda bahsedilen başı belaya giren baba gibi, sürgün sonrasından itibaren, Çerkesler sadece farklı oldukları için susturulmuş, baskı görmüş; dillerini konuşmamaları, anadillerinde yazışmamaları, şarkı söylememeleri, kendi insanlarıyla beraber siyasette yer almamaları, sürgün ve soykırımlarının tanınması için çaba göstermemeleri, dillerini unuttuktan sonra tekrar öğrenme mücadelesinde “sevilmeyen ötekilere” ya da “hainlere” katılmamaları gibi konularda kendilerine salık verilmiş, uymayanlar cezalandırıldı. Bu sessizleştirilme hali Çerkeslerin bazen “ben” ve “öteki” arasındaki çizgisini derinleştirmiş, bazense o çizginin olmadığı iddiasında bir varoluşa dönüştü.
Sessizleştirilen Çerkesler
Çerkeslerin son yıllara kadar her yıl 21 Mayıs’ta yaptıkları sürgün ve soykırım anma programları kendi aralarında kalmış, Türkiye basınında ve siyasetinde kendisine çok fazla yer bulamadı.
Ben bunu ilk olarak sessizleştirildiği ve görünmez kılındığı için toplumun genelinde pek tanınmayan Çerkeslerin önemli bir haber olmamasına, ikinci olarak da sürgün ve soykırım anlatısının beraberinde Türkiye’nin önemli etnik gruplarından biri olan Çerkeslerin “buradan olmadıkları” ve “kim oldukları” sorularını da beraberinde getirmesine bağlıyorum.
Son yıllarda yeni nesil Çerkeslerin politik örgütlenmelerinin artmasıyla, Çerkeslerin akademik dünyada da ilgi görmeye başlaması, artık Çerkes olmayan araştırmacıların da Çerkesler hakkındaki araştırmaları ve yazılarının artması Çerkes toplumunun görünürlüğü açısından birçok şeyi değiştirdi.
Yine de Türkiye’de milyonlarla ifade edilen sayılarına rağmen çok da görünür değillerdir. 1864’te Büyük Sürgün ile sayıları milyon kişiye ulaştığı düşünülen ancak bundan çok öncesinde başlayan Osmanlı’ya gelişleri ile Çerkesler de aynı bugün Suriyeli mültecilerin konumlandırıldığı gibi konumlandırılmış, ötekileştirilmiş, baskı görmüş, aidiyetsiz hissettirilmişlerdir.
Farklı bir dil konuşan, farklı davranan, buraya ait olmayan Çerkesler belki de o ilk gelenlerin hissettiği aidiyetsizliği yaşıyorlar nesiller geçse de. Daha sonrasında Kurtuluş Savaşı’nda aktif rol oynayan ve aile anlatılarına yansıyan kaybedilen Çerkes dedeler, amcalar olduğu halde Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra Çerkesler sadece hain diye suçlanan “bir kişi” üzerinden uzun süre sessiz kılınmışlardır.
Aslında bu sessizlikte ve görünmezlikte kendilerinin de rolü büyüktür. Yeni nesillerinin kendilerinin gördüğü baskıyı görmemesi ve yaşadıkları yere uyum sağlayabilmeleri için, anadillerinin ve geldikleri yerlerden getirdikleri yaşam kültürlerinin aktarımına karşı durmuştur bir nesil.
Çocuklarının okuması ve farklı bir gerçeklikte yaşayabilmesi için çaba göstermişler ve aslında kendilerini de sessizleştirmişlerdir. Bu şekilde okuyan, iyi yerlere gelen birçok Çerkes asıllı sanatçı, siyasetçi, iş insanı başarılı oldukları alanlarda Çerkesliklerini gizlemeyi, ya da reddetmeden sadece gerekmedikçe görünür kılmamayı seçmişlerdir.
O görünen Çerkeslerin kimliklerine ve köklerine dair uyumlu sessizlikleri de görünmeyen Çerkesleri daha da sessizleştiren bir unsur olmuştur. Bu dediklerimin istisnası olan ünlü Çerkes müzisyen Gülcan Altan tarafından 2020 yılında bestelenen sürgün zamanından kalma bir şiir olan Çel’e Yegeko’o aslında tam da bu dediklerime daha sürgün zamanlarından itibaren ne kadar önem verdiklerini ortaya koyuyor: “oku çocuğum/ oku ışığım/ bizi bilginle aydınlat/ okumazsan geride kalırsın”.
Ancak Çerkesler okudukları zaman da geride kalan Çerkeslik, ölmüş ve ölüm döşeğinde olan Kafkas dilleri, artık hatırlanmayan geleneksel değerleri, yapılmayan yemekleri, edilmeyen dansları, dile getirilmeyen şakalaşmaları...
Kaf Dağı'nın ardı karanlık
Çerkeslerin kaybolan değerlerinde ve görünmeyişlerinde bir diğer önemli etken ise sürgün sonrasında Kafkasya ile kopan bağlarıdır. Bir yanda, ilk fırsatta dönme hayali kuran nesiller, bir yanda dönüş konusunda ümidini yitirip gençlerine dilini ve kültürünü öğretmeyenler, öte yanda daha önce paylaştığım alıntılarda da görülen Türkiye’de yaşayan beşinci ve altıncı nesillere ulaşan aidiyetsizlik hissi.
Uzakta karanlık bir dağdan, hala anadillerin konuşulduğu kültürün yaşatıldığı bir gerçek coğrafyaya dönüşmesi Kafkasya’nın Büyük Sürgün’ün 100. yılından sonraya dayanır.
Sıkı kontroller altında da olsa 1970'lerin ortalarında ilk toplu gidişlere izin verir Sovyet yönetimi ve karanlıklar aydınlanmaya başlar. Abhazya’da yakın bir arkadaşımın Beygua sülalesinden olan anneannesi o ilk karşılaşmalara dair ünlü Abhaz araştırmacısı akrabası Ömer Beygua’yla ilgili bir anısını anlatmıştı:
"Deniz kenarında görüşeceğiz diye sözleştik ertesi gün. Gittik. Bir sürü insan vardı. Ömer ve ben beraber yürüyoruz, kol kola, sohbet ederek. O çok ağır, çok güzel bir dille konuşuyor. İstediğim gibi güzel Abazaca konuşamıyordum ben o zamanın koşullarında, “Ah vatan, vatan. Şu deniz. Burada yaşayan insan ölebilir mi?” dedi Ömer. Arkamızdan yürüyen bir kadın “sizde de yok mu deniz?” dedi. Ömer Beygua cevap verdi: deniz var, ama vatan yok..."
Kafkasya’ya yapılan her ilk seyahat vatanın ve aidiyetin yeniden keşfedilmesine fırsat tanımıştır. 1980 darbesi öncesinde 300 kadar kişinin Sovyetler Birliği’ne geri dönmek için başvurduğu söylenir, ancak zamanın koşulları sınırları Sovyetler Birliği’nin dağıldığı 1990'lara kadar tekrar kapatacaktı1989’dan itibaren Kafkasya’ya seyahatler ve yerleşmeler başladı.
Önceki nesillerin hala korudukları geri dönüş hayalleri yeni nesillerin sorumluluğuna bırakılmış, zorlu koşullara dayanabilecek genç temsilciler Kafkasya’ya geri dönme ihtimalini değerlendirmeye, ya da direkt yerleşerek düzen kurmaya gitti.
Ancak bu yakınlık aslında bir o kadar da uzaklık yarattı. Hayallerdeki geleneksel kıyafetler ile gezilen, herkesin anadilini çok güzel konuştuğu, geleneksel kültüre uygun yaşadığı Kafkasya da Türkiye Çerkesleri gibi “özünden” birçok şey kaybetti.
Seyahatlar aidiyetsizlik hissini tetikledi
Uzun yıllar baskı rejimi altında yaşayan Kafkas halklarının dillerini konuşmamaları, günlük yaşantı içinde farklılıklarını vurgulamamaları salık verilmiş, onlar da küresel giyim tarzlarından ve tüketim alışkanlıklarından etkilendi. Bu bağlamda hiç görülmemiş Kafkasya’ya duyulan özlem anavatandaki farklılık ve çeşitliklerin, farklı bir Çerkesliğin kabulünü gerektirdi.
Ayrıca Kafkasya’ya ilk yolculuk, deniz yoluyla yapıldığında sürgünün “Karadeniz’in Çerkeslere Kara” sularından canlanan anılarıyla travmatik bir tecrübeye dönüştü. Kara ve hava yoluyla yapılan seyahatler de ise sınır kontrollerindeki öteki muamelesi aidiyetsizlik duygularını bir kez daha tetikledi.
Kafkasya’yı olduğu gibi daha kolay kabul edebilen genç ve kentli Çerkesler 90'ların başlarında gidip yerleşen daha idealist geri dönüşçülere, Kafkasya’ya yerleşseler bile yeni iletişim teknolojileri ve ucuz ulaşım fırsatlarının avantajıyla Türkiye ile bağlarını koparmayacaklarını anlatmaya çalıştılar.
Günümüzde Türkiye’den Kafkasya’ya yerleşmiş çoğunluk Türkiye ile yeni bağlar geliştirerek, çoklu aidiyetlerini kucakladı. Kafkasya’da yaşadıkları yerlerden özellikle Türkiye’de geldikleri Çerkes topluluklarına aidiyetlerini tekrar tanımlayarak, Türkiye ve Kafkasya arasında yeni iletişim köprüleri inşa ettiler.
Bu köprüler, Kafkasya’ya yüzünü dönen sonraki nesillere nesillerdir süren aidiyetsizlik hislerini aşmak istediklerinde bir yol olmaya devam ediyor... (JCE/EMK)