Belki gecenin bir vaktinde, belki olmadık bir vakitte, belki de "gündüzlerin boşverilmediği" bir vakitte bize geleceklerine inandığımız kahramanlarımıza...
Nilgün'e ve Zeynep Mori'ye...
Her şey öylesine büyük bir hızla değişiyor ve yok oluyor ki... O değişenler ve o yok olanlar bir de bakıyorsunuz ki özlemi en çok duyulanlar oluyor... Her şey biter, değişir, yok olur... Ama yine de hayatta aslolan telaşını duyduğumuz özlemlerimizdir... Özlemler ki Edip Cansever'in de dediği gibi "çeşit çeşit...".
Özlemini duyduğumuz kimi zaman bir daha gidemeyeceğimiz, bir daha dönemeyeceğimiz, bir daha varamayacağımız, bir daha ulaşamayacağımız yer oluveriyor... Ne yapsak da ne etsek de gidemeyeceğimiz oraya... Orası bize uzak artık... Ama orası bize uzak olsa da bize en yakın yanımız... Çünkü hepimiz oralardan buralara emekleye emekleye, adımlaya adımlaya, yürüye yürüye, koşa koşa taa bu zamanlara geldik... Ve bir gün ve hergün daha da uzaklaşacağız oradan... Çünkü gidecek yolumuz var, biraz çok biraz az olsa da... Ve o yoldan ne kadar yol aldıysak o vakit her şeyin ve herkesin kaybolduğu bir yol oluverecek orası... Yani herkesin ve her şeyin kaybolduğı yoldur çocukluğumuz.
Bir sözcük ayırsın bizi, bir sözcük de birleştirsin bizi, dedik ve Berger'i de dinledik: "Hikayemiz birinden ötekine kaçak mal gibi geçiversin"...
Her sözcüğümüz bir öncekinin hikayesini bir sonrakinin hikayesine bağlamakla yükümlü hissetti kendini... Denize varmak isteyen bir nehrin kolları gibi... Çünkü nehrin amacı denize varmaktır... Denize varmak isteyen nehrin bir tarafından öte tarafına sesleniyoruz bazen... Bazen susuyoruz... Bazen unutuyoruz ya da unutmak istiyor(muş) gibi yapıyoruz... Bazen hatırlamak istiyoruz... Bazen de düş görüyoruz.
Anlık, adımlık, nefeslik, zamansız bir soluğu olsun anlatacaklarımızın... Bir başlangıcı olsun, ama bir sonu olmasın... Toprağı özlesin, ama sonu olmasın, sonsuzluğu olsun... O zamanlar, bir zamanlar, bu zamanlar, bütün zamanların insafında dağılıversin "çocukluk denen uzak ülke"ye doğru.
Yaşanmış ve bitmiş sayısız hayata harflerimizle, sözcüklerimizle, kelimelerimizle, cümlelerimizle yeniden bakmak istedik... Gözlerimizi kısıp baktık artık olmayan zamanların ve insan yüzlerinin ardında kalan bakışmaya.
Evet, hatırlıyoruz, daha dündü sanki şu yaşananlar... Bayramdan bir önceki gün olan arife günlerinde hamurlar vurulurdu evlerimizde, çörekler için... Vurulan hamurlar analarımız/babalarımız/ablalarımız/abilerimiz tarafından ekmek fırınlarına götürülürdü... Çöreğin kokusunu alan çocuklar fırınların önünde birikirdi, içerde biriken hamur teştleri gibi... Bir sürü çocuk olurduk fırınların önünde... O fırınlarda bir sürü hamur teştleri olurdu... Herkesin bir sırası vardı ve herkes beklerdi sırasını.
Fırınlardaki bekleme halleri uzun sürerdi biz çocuklar için... Yine de beklemeye değerdi... Çünkü o çörekleri sadece o an midemizde düşünürdük... O an vardı sadece bizim için… Öncesi ve sonrası bambaşkaydı bizim için.
Çörek kokusu fırınlardan biz çocukların burunlarının önünden süzüle süzüle önce kûçelere, sonra mahalleye, çok sonra da şehre karışırdı... Pişmesini beklediğimiz, midemizde düşündüğümüz çörekler pişerdi bir vakit sonra... Nasıl sevinirdik... Sevincimiz birken birçok olurdu... Çünkü çoktuk... Çıkan çörekler teştlere konurdu... Fırınlardan içi çörek dolusu teştler çıkardı... Herkes kendi çöreğinin kokusunu bilirdi... Bundan dolayı kimse kimsenin kokusunu/çöreğini de eve götürmezdi.
Analarımızın / babalarımızın / ablalarımızın / abilerimizin ellerinde, başlarının üzerinde çörek dolusu teştler olurdu... Fırınlardan çıkan çöreğin kokusu eve gidene kadar kûçeye / mahalleye / şehre yayılırdı... Bütün şehir koca bir çörek oluverirdi ve kokuverirdi sanki... Evler çörek kokardı... Bütün şehir/mahalle/kûçe çörek kokardı bayram boyunca... Bazen de koku bayram sonrasına kadar sürerdi... Çünkü bazı evlerin çöreği hemen bitmezdi... Kimi evler de çok çocuklu olurdu ve o evlerin çörekleri çabuk biterdi... Çörekleri biten evlerin çocukları çörekleri olan evlere çörek almaya gönderilirdi.
Yemekler pişirilirdi taa bayram akşamından... Birbirine benzeyen yoksul tencerelerinin içerisinde birbirine benzeyen yemekler olurdu hep... Ve hoşafları... Ve dolmaları, acıları dolmasına kadar sinmiş olan, kırmızı mı kırmızı biber salçalı dolmalar... Sonra her gelene sofra konulurdu... Sofraya konulan yemekler hep aynıydı... Sadece sofraya oturanlar ve o sofradan kalkan insanlar farklı olurdu ve çöreklerin kokusu... Belki de hepsi aynıydı.
Bayramlıklarımız olurdu... Sadece bayramlarda güzel, yeni elbiselerimiz olurdu... Ve hep büyük olurdu elbiselerimiz, ayakkabılarımız... Bir sonraki bayram/bayramlar giyilsin diye de saklanırdı bayram bitiminde... Bayramlardan sonra tekrar "kıçı yamalı çocuklar" oluverirdik.
Şekerler toplardık, ellerimizde torbalar sabah gün doğarken, şehrin üstünde soluk mu soluk bir ay dolanırken... En sevdiğimiz en çok toplamak istediğimiz şeker de birbirimizi kıskandırırcasına ağzımızın içinde dilimizle bir sağa bir sola götürerek erite erite bitirmek istemediğimiz "Türkan Şoray'ın göbeği" adını verdiğimiz yuvarlak kahverengi olanıydı... Bir de Zeki Mürenli şekerlerimiz... Onlar en kıymetli şekerimizdi, hala da öyledir... Bunun için onları yemeye kıyamazdık... Her evde de olmazdı... Biraz mı biraz iyi evlerde olurdu... Ne de çok severdik o güzelim "Türkan Şoray'ın göbeği"ni... Ve de Zeki Müren'i...
Bazen topladığımız şekerleri yerdik... Çoğu zaman da eve getirirdik... Ve evdeki şekerler bittiğinde analarımız içinde "Türkan Şoray'ın göbeği"nin de olduğu topladığımız şekerleri verirdi eve gelen misafirlere... Bizim getirdiğimiz şekerler de bittiğinde analarımız bizi komşuya şeker getirmeye yollardı... Komşunun çocuğu da bize gelirdi şeker almaya.
Sonra mevsimler geçti ve kimi zaman acılı, kimi zaman çörek kokulu, kimi zaman tatlı, kimi zaman şekerli, kimi zaman mağrur, kimi zaman yoksul, kimi zaman yoksun, kimi zaman istekli, kimi zaman mutlu, kimi zaman umutlu, kimi zaman inatçı, kimi zaman da "kıçı yamalı" günler azalmaya, yitirilmeye, kaybedilmeye başlandı.
Kimi evler göç eyleyip gittiler hiç bilmedikleri, tanımadıkları uzak kentlere doğru... Onlar gidince o evlerin kapılarını açanlar olmadı bizlere... Açılmayan her kapı yitirilmiş bir şekerdi bizim için.
Kimi evlerin anneleri, babaları, abileri, ablaları Allah'ın bakışları altında vuruldular, götürüldüler, kaybettirildiler... Kapısını çaldığımız evler azalmaya başlamıştı bir bir... Yitirilen şekerlerimizin yanına birbirinin benzeri olan yemeklerin olduğu sofralara oturan insanlar da eklenmişti... Topladığımız şekerler azalmaya, evdeki şekerler de bitmemeye başlamıştı artık... Artık annelerimiz komşuya şeker almaya yollamıyordu bizi... İşte o vakit dolmalar daha da bir acılı yapılmaya başlandı.
Her şey ve herkes yitirilmeye başlanmıştı... Zamansız ve erkenden büyümeye başlamıştık... Bir sabah, nasıl sabah ama "birden ona kadar sayıp on dediğimizde herkes kaybolacak" diyen çocuklar önce bir bir sonra hep birlikte koşmaya başladılar gökkuşağına doğru.
Çocuklukla aramızdaki mesafe büyüyünce, o mesafeler özlemleri artırınca ve özlemler ki hüzünlü olmaya başlayınca her şeyin nasıl da bir bir azaldığını, yitirildiğini ve kaybedildiğini anlamaya, hissetmeye ve yaşamaya başladık.
Çocukluğumuz artık bize uzak bir ülke... Ne yaparsak yapalım gidemeyeceğimiz yeryüzü toprağını tek ülkesi orası... Çoğu zaman, aslında bütün zamanların insafında, özlüyor insan çocukluk denen o uzak ülkeyi... Özledikçe de başa dönülemeyen bir özlemdir, bir hasrettir, bir hüzündür, bir bakıştır, bir ülkedir bu artık.
Çocukluğumuz unutuldu belki de… Kendini unuturdu bize… Hayat her haliyle akıp geçiyor bakmaya meraklı gözlerimizin önünden… Büyümüş olsak da ve bayramın hissettirdiği duyguları hatırlamak güç olsa da ve ola ki anneleriniz sizi anarsa ve size seslenirse, komşudan şeker almaya yollamak için, komşularınıza gitmeyi unutmayın... Unutmayın ki evdeki şekerler ve bir zamanlar topladığınız şekerler bitmiş olabilir.
Cejnên pir bi şekir / Bol şekerli bayramlar… (KT/HK)
* Bu yazı eski bir yazıydı… bianet yazarlarından sevgili Sultan Komut ile sizin için güncelledik… Anlatılanlar bir zamanların Diyarbakır’ıydı…