Tarih: 3 Nisan
Saat: 15:30
Yer: Beyoğlu Hükümet Konağı
Bir müvekkilin alacağı taşınmaz üzerinde takyidat olup olmadığını öğrenmek için Beyoğlu Tapu Sicil Müdürlüğü'ne gidiyorum.
Kapının girişinde bir dedektör var. İnsanların dedektörün içinden geçmesi için bir banko çekilerek giriş kapatılmış. En kanserojen yöntemle "devlet dairesine" girmemizin önünde bir engel yok.
Çantadan hallice, bavuldan küçükçe pek de narin sayılmayan omuzlarımda taşımaya zorlandığım bir çanta var sırtımda.
İşim uzun olduğu ve mesai saatinin bitimine çok da vakit kalmadığı için hızlı hareketlerle dedektörün içinden geçiyorum.
Dedektör ötüyor. Bu dedektörlerin ötmesi zaten beni hiç şaşırtmıyor. Öyle ince ayarlıyorlar ki bu aletleri ben ötmeyen bir dedektör anımsamıyorum.
İşim acele, çantamın aranmak isteneceğinden emin avukat olmanın güveni ile elde cüzdan avukat kimliğini göstermek ve hızlıca ikinci kata çıkmak heveslisiyim.
Belirteyim, usul dedektörün (tabii ki) ötmesi, ilgili kolluk görevlisi tarafından çantanın aranmak istenmesi, kendinden emin bir ifade ile "avukatım" denerek avukat kimliğinin gösterilmesi ve nihayetinde karşılıklı iyi günler dilenmesidir.
Polis memurlarından biri ayağa kalkıyor. Çantamı aramak istediğini söylüyor. Avukat olduğumu söylüyorum ve acelem gereği elimde hazır bulundurduğum avukat kimliğimi gösteriyorum tabii ki kendimden en emin halimle…
"Silah var mı?" diyor.
Anlamıyorum.
Anlamadığımı anlıyor ve "Silah var mı?" diye yineliyor.
Sorun yok. Kolluk güçleri bu tür bir soruyu bir avukata da sorabilir ve avukatın da böyle bir soruyu yanıtlaması yerindedir.
"Yok" diyorum ve ikinci katta bulunan Tapu Sicil Müdürlüğüne gitmek için merdivenlere doğru bir adım atıyorum.
"Ya varsa" diyor.
Attığım adımı geride duran ayağımın yanına geri çekiyorum istemsiz olarak. Polis memuruna doğru dönüyorum şuursuzca.
"Arayacağım" diyor gözlerinin ucu ile çantayı işaret ederek. Bıyıksız. Olsa altından gülecek.
"Kimliğimi gösterdim ve üzerimde silah yok dedim" diyorum. "Arayamazsın."
"Ya varsa" diyor.
Bıyığın ne altına ne de üstüne gerek var. Düpedüz gülüyor.
Avukat kimliğimi gösterdiğimi ve arayamayacağını söylüyorum. Merdivenlere yöneliyorum. Acelem var ya.
Vücudu ile engellemeye yönelik bir hamle yapıyor belli belirsiz. Bir avukattan beklenmeyecek bir esneklikle sıyrılıyorum. 1986 dünya kupası ve özellikle Arjantin İngiltere maçı geliyor aklıma, Maradona'nın meşhur çalımı. Övünüyorum kendimle...
Bir adım arkamdan sesini duyuyorum.
"Dur, bir dur. İnsan gibi söylüyoruz bir dur!" diyor.
Ne zaman bu kadar "senli benli" olduğumuzu anlayamıyorum. Merdivenlerden çıkmaya devam ediyorum. Kararlıyım: tartışmayacağım.
"İnsan gibi davranın, insan gibi!"
Bağırıyor düpedüz. İnanmaz gözlerle aşağı doğru bakıyorum. Avukat kimliğimi gösterdiğimi, silahım olmadığını beyan ettiğimi çantamın aranmasının hukuka aykırı olduğunu söylemeye çalışıyorum. Anlamsız bir çaba.
Ses giderek daha aşağıdan geliyor… Her anlamda aşağıdan.
Sonunda ikinci kata varıyorum. Tapu sicildeki işimi hallediyorum.
Hükümet Konağı’nı terkederken bir arkadaşla telefonla konuşmak sureti ile yeni bir manasızlıkla muhatap olmaktan kendimi kurtarıyorum.
Ama kolluğun avukatları terbiye etme çabasından avukatların "kendilerini kurtararak" kurtulamayacağını biliyorum.
Avukatlar aşınan toplumsal rollerini geri kazanmak istiyorlarsa kendileri dışındaki bahislerde de açıkça tutum almaları gerek.
Tuzla’da güvencesizlikte eşitlenen işçinin, Newroz'da kolu kırılan çocuğun, Başıbüyük’te kafasından cop eksilmeyen kentsel dönüşüm mağdurunun, Balıkesir’de sendikalaşamayan işçinin, Beyoğlu'nun arka sokaklarında sürünen ve Taksim Polis Merkezi’nden ölüsü çıkan mültecinin, yazı yazdığı için 83 yaşında sabaha karşı gözaltına alınanın, haber yaptığı için 38 yaşında evi basılanın hakkını en önce avukatların meslek örgütlerinin savunması gerektiğini söylüyorum.
Aksi halde insanlar kendi haklarını savunmayan avukatların haklarını neden savunsunlar?
5 Nisan, Kutlu olsun! (CA/GG)
* Can Atalay, Avukat