Nişantaşı’na doğru yürüyorum. Adımlarımı sayarak ilerliyorum. Birden gözüme bir vitrin çarpıyor. Ardındaki manken bana bakıyor.
Yaldıza boyalı yarım bedeniyle ürkütüyor. Mankenin elleri arkadan bağlı. Bir zincirle boynundan tavana asılmış, sürekli dönüyor. Bedenini teşhir etmek için amansızca bir yarışa giriyor. Altına serilen inci kolye ve küpelere ulaşmak onun için kolay olmasa gerek.
Belli ki o da bundan pek “haz” almıyor. Acı eskisi gibi zevk vermiyor. O hâlâ sezonun bakiliğine kanıyor. Ömrünün bitimine çeyrek ay kala, son çırpınışlarını sergiliyor. İletişime girdiğimiz ya da çıplak kaldığı tek organın gözleri olması nedeniyle, yalnızlığı ilgimi çekiyor. Ağzının bantlı oluşuysa başka bir çapkını cezbetmek adına yapılmış ucuz bir numara.
Bakışlarıysa çoktan donmuş. Yaldıza bulanan bedeninin her yerine dore işlediğinden, kalbi de çalışmıyor artık. Bedeni Sadevari bir çırpınışla kuruyor. Ama yüzünde gram pişmanlık yok. Karşı dükkândaki köpek büstü dahi ona hayranlık besliyor. Boynundaki elmas tasma bile, kadın mankenin vakur duruşuna yenik düşüyor. İzleyenleri kendine bağlamak dışında bir lüksü olmayan bu iki haz kölesi için geçmiş yok gibi bir şey. Öyle ki yalnızlıkları caddelere taşıyor ve yerini bir ayakkabı sergisine bırakıyor.
Yüksek topuklu ayakkabılar
Bir fetiş farklılığıyla caddeleri süsleyen bu ayakkabıların ortak noktası, yüksek topuklu oluşu. Özellikle dişi algısını türlü manipülasyonlarla şişirmiş nezih semtimiz (Nişantaşı), bu sosyal sorumluluğu üstlenen yegâne yerleşim yeri. Geçen yüzyıldan bugüne topuklu ayakkabılar, medeniyetimizin neyin üstüne inşa edildiği konusunda gelecek nesillere ciddi ipuçları verecektir.
Bu sergideki eserlerin muzip tavrı da bunu doğrular nitelikte. Özellikle birinin içinde yazan, “doğal antidepresan” ibaresi, ironiyi kemiklerimize kadar işleyen yoğunlukta. Belki o yüzden ona bakarken gözlerim doldu. Teşekkürler Paxil!
Her birinin ayrı hikâyesi olsa da onları bağlayanın topuktaki F kuvveti kadar derin bir şey olduğunu bilmek, insanı incitiyor. Hayalarından asılı zenci bir kölenin acısına denk haz zinciri, mankenin durduğu noktada kalbur üstü gezinmelere neden oluyor. Aklınızı başınızdan alıyor. Ve bir başka esere yol aldığınızda, karşınıza başsız bir kadın heykeli çıkıveriyor. Bacak bacak üstüne atmış askı kafalı kadın heykeli, yanından geçenlere aldırış etmiyor.
İçine düştüğü kafes (ayakkabı) bulunduğu ortama tercüme oluyor. Kendi gibi birçok hemcinsinin aklıyla değil, bedeniyle teşhir edildiği bir dünyada, hoyratça sergilenmek onu incitmiyor. Bir gün özgür olacağı günün hayaliyle yaşıyor.
Kimimizin taparcasına sevdiği bu arkaik icat, yaşayan tüm kadınların kâbusu, heteroseksüel travestilerinse cansız efsanesi. Mesela bir Pedro Almodovar filmi olan Tacones lejanos/Yüksek Topuklar, travesti camianın beklentilerine cevap verir nitelikte. Aynı metaforla hareket eden Avustralyalı kardeşi Priscilla (Çöller Kraliçesi) ise kendiyle barışma sürecinde olanlara “şiddetle” önerilir.
Ülkece adlarını teşhirci olarak andığımız travestiler, bundan yıllar önce bir dergi çıkarmış, adını da “Gacı” koymuştu. Dergi logosunun yüksek topuklu bir ayakkabı oluşu ise bit tesadüf değildi. Aynı kulvarın türdeş varisleriyle koşmak onları yormuş olacak ki şu sıralar yazın hayatına ara verdiler. Tekrar ayağa kalkmaları dileğiyle.
Kadına karşı topuklu ayakkabı
Fakat topuklu ayakkabı dediğimiz şey zaten koşmayı engelleyen, ilerleyişi zayıflatan bir şey değil miydi? Birçok kadının nice ortopedisti yanına alarak bunu bir manifestoya çevirmesi tesadüf müydü? Kadını köleleştiren birçok aksesuar gibi topuklu ayakkabı elbette bunun doruk noktasıydı.
Hafta sonu izlediğim Kadınlar/Women filmi, bu koşuya ortak olma pahasına açılışı çoklu topuk çıkartmasıyla yapınca, işin sandığımızdan küresel olduğu gerçeğiyle yüzleştirdi: “Bu botlar yürümek için yapıldı” dedirtti. 1939 orijinalliğinden uzak durmasına rağmen hâlâ yaşamımızı işgal eden erkek sorununu (man trouble) güncelleştirdiği (ne zaman güncelliğini yitirdi ki?) için yapımcısına teşekkür borçluyum. Yalnız John Crawford repliklerinin eksikliği, filme topuklu ayakkabı yalnızlığı ve orta sınıf hayal kırıklığı olarak yansıyor. Temsil ettiği en büyük değerin sınıf üzerinden temellenmesi de bu yüzden. Belki topuklu ayakkabının fetiş bir hâl almasının ardında bu yatıyor.
Kadınların günümüzde eskiye nazaran daha çok sorunla baş ettiğini biliyoruz. Fakat bir düşman edasıyla ayaklarına bakmaktan da kendimizi alamıyoruz. Onlara tapıyor, dört duvar arasında bizi kırbaçlamaları için onlara yalvarıyoruz. İşimize gelmediğinde de kavanoz dolusu üzerlerine b.k atıyoruz. Sözde kutsalımız sayılan analarımız üzerinden küfürler yağdırıyor, tüfeklerle canlarını alıyoruz. Töreyi kıstas bilip, pavyonları sonuna kadar ışıklandırıyoruz. Koca bir tarihi küçücük bir ayakkabıya sığdırıyoruz. Kafasız mankenler yaratıp, başlarını askılık olarak kullanıyoruz. Biz erkekler çok ayıp ediyoruz.(CY/EÜ)
* Tasarımcılar, mimarlar ve ünlü isimlerlerin tasarladığı dev ayakkabılardan oluşan sergi, Shoe Art Istanbul adı altında 30 Ekim'e kadar kentin farklı yerlerinde sergileniyor.