Geçen gün, bir tweet’teki tavsiye üzerine Halk Tv’deki işçilerle yapılan açık oturumu dinlemeye başladım ve birden zihnimde şöyle bir tümce belirdi: “Evet, bu sefer sosyal bilimcilerin öngörüleri tuttu ve ellerine bolca doğrulayıcı malzeme geçti.”
Bu sefer derken ne demek istiyorum? Bildiğiniz gibi Gezi olayları başladığı zaman sosyal bilimlerin –en azından önemli bir kısmının, böyle bir patlamayı öngöremediğinden sıkça yakındık. Kuşkusuz bazı sosyal bilimciler taa Gezi olayları patlak vermeden gençlikteki değişim, sosyal medyanın kullanımı, müşterek alanlar vb. hakkında bilgi üretiyorlardı; bu konularda kolektif bir şekilde düşünülmesinin yollarını da arıyorlardı. Ama onlar için bile “Gezi” kuşkusuz öngörülmez bir şeydi ve içinde açıklanamaz birçok şey barındırıyordu. Hepimiz için bir şaşkınlık hali geçerliydi. Sonrasında da, zaten, sosyal bilimlerin öngörü yeteneğini ve açıklama gücünü sorunsallaştırdık; anlamaya yönelik kolektif bir çabaya girdik.
Ancak Soma’daki çalışma koşulları karşısında sosyal bilimcilerin aynı şaşkınlığı duyduğunu söyleyebilir miyiz? Henüz hakkında sosyal bilimsel açıdan çok yazılıp çizilmedi; ama ben bu soruya “hayır” diyorum. Emek hakkında çalışanlar ve bu alanda mücadele verenler -burada dipnot veremeyeceğim kadar çok kişi- gerek uluslararası deneyimlerden yararlanarak gerekse Türkiye’de yapılan niteliksel araştırmalardan yola çıkarak borçlanmanın nasıl rıza ürettiğine dair bilgi üretmiştir. Soma’da bununla ilgili bir sürü anlatı var. Nitekim izlediğim televizyon programda da Soma’daki maden işçileri banka borçlarından söz ediyorlardı: Ev almak için kredi çektiklerinden, hayvancılığın ve tarımın bitmesinden kaynaklı maden dışında iş bulamadıklarından; bu nedenlerden dolayı oradaki kötü iş koşullarına, düşük maaşlara, sigortasız çalışmaya rıza göstermek zorunda kaldıklarından bahsediyorlardı.
Borçlanma, sosyal bilimcilerin dediği gibi, bir kez daha rızayı üretmişti. Politik olarak hareket etmeyi, hatta bedelini kendi yaşamlarıyla ödeyeceklerini bile bile çalışma koşullarındaki olumsuzluklara karşı alternatif biçimlerde örgütlenme konusunda yetersizliklere neden olmuştu.
Yaşasın; öngörülerimiz tuttuğu gibi açıklamayı da bulduk! Ama şuanda “zaten söylemiştik” durumuna düşüyoruz.
Tıpkı maden mühendislerinin önceden uyarılarının yetersiz kalması gibi... Önceden söylemek, açıklamak neye yarıyor?
Emek çalışmalarının geneli hakkında yorum yapacak birikimde değilim; ama bildiğim kadarıyla bu alanın önemli çıkarımlarından biri de “işçilerin büyük grevler, direnişler örgütlemiyor olmamasının direnmedikleri anlamına gelmediği; gündelik olarak da bir sürü başetme yolları ürettikleri ve bunların bir kısmının da kolektif üretilen direniş biçimleri” olduğudur.
Soma’daki işçilerle yapılan röportajların çoğu tabii ki sosyal bilimsel mülakatlar değil, daha çok gazetecilik refleksleriyle yapılmış üretimler. Bu yüzden sosyal bilimler açısından genelleme yapmak doğru olmaz; ama bu röportajları inceleyecek olursak işçilerin buradaki baskılara karşı nasıl direnmeye çalıştıkları veya direnmeye çalışırken hangi engellerle karşılaştıkları konularına yoğunlaşılmadığını gözlemleyebiliriz. Örneğin Uğur Dündar, kolu kopan bir işçinin hukuki süreç başlattığını anlatmasını isim verdiği gibi sudan bir gerekçeyle yarıda kesti. Hikayenin gerisini öğrenemedik; “sendika yardımcı olmuş muydu” gibi bir çok sorunun aydınlanmasını engelledi. Röportajların çoğu, sadece işçilerin bu kötü çalışma şartlarına nasıl rıza gösterdiklerini, üzerlerindeki baskıları –sonuç olarak AKP’nin baskılarını anlatıyor. Hiç mi tepki vermedi bu insanlar? Buna inanmıyorum.
Borçlanma hep rıza mı üretir? Bu soruyu kimseyi suçlamak için sormuyorum; hatta daha çok çuvaldızı kendimize batırmak için soruyorum: Borçlanmanın rıza üretmesi noktasında başarılı olmasında emek mücadele araçlarının ve dilinin hiç mi suçu yok?
Sadece sendikaları kastetmiyorum, içinde kendimi de konumlandırdığım bütün toplumsal hareketleri ve sosyal bilimleri ima ediyorum. Aslında sadece sosyal bilimleri değil, bütün bilim dallarını… Gezi bize öngörme yeteneğimizin zayıflığını gösterdi, Soma da “öngörünce ne oluyor, ne değişiyor”u.
Sonra yine soruyorum: “Kaza olduğunda dinlediğimiz maden mühendisleri bölümündeki hocalar, profesörler madendeki kötü koşullar hakkında seslerini duyurmaya çalıştı da biz mi duymadık?”
Böyleyse bu durum, sosyal bilimlerle diğer bilim dalları arasındaki kopukluğu işaret ediyor (Kaçımız, maden mühendislerinin 2010 raporundan haberdarız). Ama bu hocalar maden ocaklarındaki durumları bile bile sesini çıkarmıyor, üstüne de öğrencilerini buralara gönderiyor, patronlarını da danışma kuruluna alınmasını da onaylıyorlarsa ve şimdi konuşmaya başlıyorlarsa, üniversitelerin içinde bulunduğu –şuanda sıfatını bulamadığım- durumu da gösteriyor. Nasıl bir eğitim sistemi? Nasıl bir bilim anlayışı?
Sonuç olarak kendimi yetersiz ve eksik hissediyorum. İş işten geçtikten sonra konuşan ve mücadele eden bir aktivist ve sosyal bilimci gibi görüyorum. Eylemlere gitmek, yazmak bu duyguların üstesinden gelmeme yetmiyor. Soma felaketi vesilesiyle yazıyorum, ancak insan merkezli bir bakış açısından sıyırmak istiyorum; yeryüzündeki bütün canlılar için aynı yetersizliği yaşıyorum. Her şeyin üstesinden tek başıma gelemeyeceğimi biliyorum. Benim gibi hisseden ve düşünen birçok kişinin de olduğunun farkındayım. Gezi nasıl daha fazla kolektif üretime vesile olduysa SOMA’nın da bilimin ve toplumsal mücadelenin değiştirme gücünü derinleştirmesine vesile olmasını umuyorum. Başka bir vesileye ihtiyacımız olmasın.
Başka bir bilim anlayışı, başka bir eğitim sistemi, başka bir toplumsal mücadele… Cümlenin gerisini beraber tamamlamak ve bunu geliştirmek, derinleştirmek dileğiyle. (KÖ/HK)