Metin Aydın, yaşadığı coğrafyanın aydınını önemseyen, onu duyan ve gören, bu nedenle herkesin de görmesini ve duymasını isteyen, biraz deli, biraz hırçın, kır saçlı ama biraz uçarı, sivri dilli ama adil, şahsına münhasır bir adam/yazar işte. İlginç bir tesadüf ile yeni çıkan kitabı (Bu Bir Söyleşi Kitabıdır, 2023, Red Yayınevi) için düzenlenen bir programda tanıştım kendisiyle. Beni, birçok şeyin “mış gibi” olduğu, kibarlık kisvesi ardında sahtekârlığın çoğaldığı şimdiki dünya karşısında sivri dili, coşkulu eleştirileri ve doğallığı umutlandırdı. Hemen ertesi gün merakla okumaya başladım yeni kitabını. Sonra şiirlerini…
Lalistan adlı şiir kitabını Kürtçeye çeviren yazar ve çevirmen Mustafa Aydoğan, gazeteci Ali Abbas Yılmaz’ın “Neden Lalistan?” sorusunu, “Masalına mezar olmuş bütün çocuklara ithaf edilen Lalistan; coğrafyamıza özgü renklerin, acıların, korkuların, ölümün soğuk nefesini ensede hissetmenin, isyanların, güzelliklerin, aşkların, özlemlerin ve de umutların dil ve kurgu dengesine sırtını dayamış, çağına tanıklık eden dizelere sıra dışı bir biçemle ustalıkla işlendiği, sese ve imgeye yüklenmiş çığlıklarla, feryatlarla; sözün ve yazının kanatlarına bindirilmiş duygularla, hayallerle toplumsal hafızamızı tazeleyerek güçlendiren koca bir toplumun trajedisi olduğu için... Yaşananlar karşısında şiire sığınan, şiir evreninde yaşama tutunmaya çalışıp bilenerek zengin bir söz varlığından beslenen yaratıcı bir dille yüreğimize dokunan bir kalemin tanıklığı olduğu için...” diye yanıtlayarak Metin Aydın’a ilişkin çok yerinde ve şiirsel tespitlerde bulunmuş.
Lal şiirinde:
“velev ki öleceğim
kalmasın kınında sözcüklerim
artık bildiği kadar cenge
tutuşsun tek tek dizelerim.
dilimin dağlanışı
diyeti susku olan
çıkmalı kınından sözcüklerim
ölü doğacak yoksa şiirim.”
diyen Metin Aydın’ın, Biblo Hayat adlı kitabında topladığı denemeleriyle de sözcüklerini kınından çıkarmaya devam ettiğini gördüm okudukça. Bütün asiliğine rağmen sanat, sanatçı, bilgi ve emek karşısında saygıyla eğildiğini her söyleşide derinden hissettiğimiz bir kitap hazırlamış. Bu Bir Söyleşi Kitabıdır 2003 yılından 2023 yılına kadar geçen 20 yıllık süreçte, “55 benzemez” güzel insanla yapılan söyleşilerden oluşmuyor sadece, aynı zamanda bir coğrafyanın acılarına ve bu acıların faillerine karşı sırf bu acılar bir daha yaşanmasın diye karşı duranları bir araya getiriyor. Ürettikleri eserlerle sergilenen bir karşı duruş, bir insan kalma çabası var her birinde. Aslında her birini en güzel anlatan yine Metin Aydın’ın dizeleri:
“suda taş kaydırmaca oynayan arıza veletlerin
sevinçlerinden kamburlu dertler sökün etti.”
Bu karşı duruşun, bu insan kalma çabasının en temel motivasyonlarından birini de kendisiyle söyleşi yapılan şair Mehmet Altun, “Çünkü ben bir dağın koynundan sökülüp gelen bir nehrin sularına betondan tüpler takarak kocaman vadileri kurutan bir dünyada, bedenime sığan bir kederin şiirini yazmanın bencillik olacağına inanıyorum” diyerek çok güzel bir biçimde dile getirmiş.
Yazar Burhan Ekinci’nin, “Henüz küçücük bir çocukken birçok kaçırılma, tutuklama olayına, o gri acılara, sokak ortasındaki infazlara tanıklık etmiş biriyim. Bu, ister istemez bende bir boşluk yarattı ve ölüme dair bazı sorgulamalar yapmama neden oldu. Acımın ne zaman başladığını bilmiyorum, ama beni tarif edebilecek bir sözcük aradığımda tüm sorgulamalarımdan geriye dönüşlerde, bu sözcüğe kalıyordum: acı…” ifadesindeki “acıyı” ise aslında çoğumuz hissettik… Hepimizin hayatının farklı yollara evrilmesinde bu acının çokça etkisi oldu.
Bu acıdan dolayı şair Remzi Tanrıverdi’nin, “Adı sanı ne olursa olsun, konuşmak, yazmak, çığırıp bağırmak ve çok ileri gidersek; sabrım ve suskunluğum bile bir ifade ihtiyacındandır” demesine çoğumuz yürekten katılırız.
Söyleşilerin her biri bir diğerini tamamlıyor sanki. İşte tam da bu yüzden, bu kitap bir söyleşi kitabı değildir! Kendilerini farklı biçimlerde ifade etseler de, aslında ortak acılara ve temelde ortak hayallere sahip olan “55 benzemez insanın” hüzünlü ama bir o kadar da umutlu bir karşı duruş hikâyesi bu kitap.
İktidarda olanın gücüne rağmen haksızlığa, kabalığa, özensizliğe sanatıyla karşı duranların kitabını yazmış Metin Aydın. Yaşamın doğal seyrinde öğrendiği ana dilinin yasaklı olmasının, daha doğrusu “suç” olmasının, insanı istese de istemese de yaşamıyla ilgili bir karar vermeye zorladığını, bu zorlama karşısında aydının çok kritik ve tarihi bir misyonu olduğunu biraz da söyleşiler yoluyla vurguluyor.
Mustafa Aydoğan, bu sorun karşısında, “Ana dilim kimliğimin bir parçasıdır, onu kaybedersem kimliğimin bir parçasını kaybetmiş olurum” diyerek tavrını çok net ortaya koyuyor ve “çocukluğumda benden çalınmak istenen, gençliğimde farkına varıp geri almak için didindiğim, uğruna coşku dolu yıllarımı, doyasıya yaşayamadığım sevgi dolu anlarımı adadığım, bundan ötürü de hırçın dalgalarla boğuşmak zorunda kaldığım, mayınlı tarlalara sürüldüğüm” diyerek tarif ediyor ana dilini.
Bu kitap, ana dilinin bir “suç” olduğunu ilkokula başlayınca öğrenenlerin yanı sıra, bir “suç” olduğu için ana dili hiç öğretilmemiş olanların ya da ana diliyle kendini istediği ustalıkta ifade edemeyenlerin -ki bu çok hüzünlüdür aslında- bazen ana dilleriyle, bazen de ana dillerini kullanamadan karşı duruşlarının kitabıdır. Haksızlığa karşı çıkanları, yazar Şeyhmus Diken’in de dediği gibi, “Kadere de, kedere de eyvallah etmeyerek” kendini ifade edenleri görmemizin, duymamızın ölçülemez değerini hatırlatıyor bize. Bunun için yürekten teşekkürler Metin Aydın…
Öte yandan büyük bir derdi daha var yazar Metin Aydın’ın… Bu düşüncesini Abdurrahim Kılıç’a kitabıyla ilgili verdiği röportajda, “Bu insanlar okuyor, düşünüyor, yazıyor ama nedense, özellikle içinde yaşadıkları coğrafyada hak ettikleri yerde istedikleri gibi temsil edilemiyordu. Bu benim canımı fena hâlde yakan bir şey” diyen Aydın, hiç de haksız sayılmaz. Kitaptaki söyleşileri okudukça, aynı coğrafyada, aynı atmosferde birbirine çok benzeyen duygular içinde yaşarken, birbirimizi ne kadar az görmüş ya da hiç görmemiş olduğumuzu daha net anlıyorum. Onlar hâlâ aramızdalar ve hem birbirleri tarafından hem de okurları tarafından görülmeyi ve duyulmayı bekliyorlar ve hak ediyorlar, diyor. Bu üreten insanların hakkını teslim edin diyor, biraz da.
Evet, bu 55 benzemez -güzel- insanın sitemleri en çok da birbirleri tarafından görülmemeye ve duyulmamayadır… Birbirlerine/birbirimize olan bu uzaklık, zorbalığa ve haksızlığa onurlu bir karşı duruş sergilemenin değerine inanmamıza rağmen, Mehmet Altun’un, “Çünkü ben bir dağın koynundan sökülüp gelen bir nehrin sularına betondan tüpler takarak kocaman vadileri kurutan bir dünyada, bedenime sığan bir kederin şiirini yazmanın bencillik olacağına inanıyorum” demesinde ortaklaşmamıza rağmen devam ediyor…
Tüm insanlar için güzel bir dünya isterken, bu kadar ortak acı ve ortak hayale rağmen nasıl bu kadar uzak ve kör kalınabilirdi diğerine? Ya da neden? Bu sorular ve cevapları ayrı bir değerlendirme konusu olabilecek kadar derin doğrusu. Bu yüzden bu sorular bir kenarda sırasını bekleye dursun, benim daha acil bir sorum var: Tüm önyargılarımızdan azade birbirimizi yeniden dinlemeye, görmeye ve hatta sevmeye başlayabilir miyiz? Sizce çok mu zor bu? Bence değil… Ve denemeye değer…
Bu Bir Söyleşi Kitabıdır, Metin Aydın, Red Yayınevi, Söyleşi, 416 Sayfa
(RS/AS)