8-9 Mart 2005 tarihli Radikal'de yayınlanmış "İktisatçı, Ahlâk ve İdeoloji" ve "Başka bir Program Elbette Mümkün" başlıklı yazılarınızı dikkatle okuduk.
Bu yazılardan ilkinde 7 Mart 2005 tarihli Milliyet Business'ta yer alan söyleşide dile getirdiğimiz bazı gözlem ve saptamaların "biraz geçmiş hatırlanınca doğru olmadığı"nın anlaşıldığını ifade ediyorsunuz. Aynı yazınızın sonunda bizleri "ideolojinin ahlâkın önüne geçtiği nokta"yı aşmakla suçluyorsunuz. İkinci yazınızda ise Bağımsız Sosyal Bilimciler 'in (BSB) niye "kendi iç tutarlığı olan (alternatif) bir program hazırlayıp kamuoyuna açıklamadığını" soruyorsunuz.
Bazı kişisel görüş ve düşüncelerimizi bu yazılar vesilesi ile size iletmek istiyoruz. Yazılarınızdaki eleştiri ve suçlamalar Radikal okurlarına açık olduğu için, bu mesajı üçüncü şahısların bilgisine açmakta bir sakınca görmüyoruz.
1. Yazılarınızda 1980 öncesi Türkiye ile günümüz Türkiye'si arasında geçerli olmayan kıyaslamalar yapıyorsunuz. DİE ve DPT kaynaklı verilere atfen, aşağıdaki hususlara dikkatinizi çekmek isteriz:
(i) Planlı dönemi kapsayan 1963-76 döneminde Türkiye GSMH'sinin yıllık ortalama büyüme hızı %6.0, büyük bölümü Özal'ın ve Özal'ın fikri mirasçılarının ekonomik yönetiminde geçen 1976-1998 döneminde ise %3.9'dur.
Büyüme performansındaki gerileme, ortalama sermaye/hasıla oranlarındaki ciddi artıştan, başka bir deyişle sermayenin verimsiz kullanımından etkilenmiştir. Sermayeyi daha verimli kullanacağı ve böylece Türkiye ekonomisini daha hızlı bir büyüme patikasına yerleştireceği iddia edilen "serbest" piyasa rejimi tam aksi sonuçlar doğurmuştur (yaptığımız dönemleştirme öznel tercihlerimize değil, Türkiye ekonomisinin tam kapasiteye yakın çalıştığı "normal" yıllara dayanıyor, onu hemen kaydedelim).
SBF'den Prof. Ercan Uygur'un bulgularına göre 1970'lerin ortalarından itibaren teknolojik gelişmeye atfedilen toplam faktör verimliliği artış hızı da gerilemiştir.
(ii) 1998 sabit fiyatlarıyla ve 1998'deki döviz kuru ile Türkiye'de kişi başına gelir 1980'de 1975 $, 2004'te 3276 $'dır. 1980'de kişi başına gelir düzeyimizin 1000 $ olduğunu söyler ve bazı bilgisiz okurlara bunu bugünkü kişi başına cari gelir ile karşılaştırma fırsatı verirseniz, bu insanları yanıltmış olursunuz. 1980 sonrası ekonomik başarımları savunurken "Ya fakir ve güdük kalacaktık; ya da bu hale gelecektik" demeniz ise, 9 Mart 2005 tarihli yazınızın başlığındaki iddia ile çelişir.
(iii) DPT kaynaklı serilerden türetilen aşağıdaki tablo, 1976'dan bu yana Türkiye'deki tasarruf ve yatırım eğilimlerini beşer yıllık ortalamalar olarak veriyor:
Beşer Yıllık Dönemler | 1976-1980 | 1981-1985 | 1986-1990 | 1991-1995 | 1996-2000 | 2001-2004 |
(Ulusal tasarruf/GSMH), % | 18.8 | 18.6 | 23.4 | 22.2 | 20.6 | 19.5 |
(Toplam sabit sermaye yatırımı/GSMH), % | 24.2 | 19.7 | 23.7 | 24.4 | 24.1 | 17.9 |
(Özel sabit sermaye yatırımı/GSMH), % | 15.4 | 11.1 | 15.0 | 18.1 | 17.9 | 12.3 |
(Kamu sabit sermaye yatırımı/GSMH), % | 8.8 | 8.6 | 8.7 | 6.3 | 6.2 | 5.6 |
* (Ulusal tasarruf / GSMH) oranında 1980'lerden bu yana kalıcı bir artış sağlanamamıştır.
* (Toplam sabit sermaye yatırımları / GSMH) oranı, 1980 sonrasının en parlak yıllarında bile 1976-80 dönemindekine ancak ulaşabilmiştir.
* Spekülatif amaçlı kentsel konut ve ikinci konut yapımının 1985-98 dönemindeki canlılığı sona erdikten sonra, (özel sabit sermaye yatırımları / GSMH) oranı, 1976-80 dönemindekinin de altına düşmüştür.
Özetle, bundan 25 yıl önce Türkiye'nin (bugünkü gibi) azgelişmişlikten kurtulmaya çabalayan bir ülke olması, 1980'den kalma birkaç "enstantane" fotoğraf vererek Planlı dönemin kazanımlarını küçümsemeyi ve son 25 yılda yapılanları yüceltmeyi haklı çıkarmaz.
2. Kamu borcunun döndürülmesinde borç ortalama vadesi kadar önemli olan reel faiz oranlarında 2003-2004'te kayda değer bir düşüş izlenmemiş, ekonomik yönetimine güven duyulan bir iktidarda ve düşen enflasyon hızı ile birlikte reel faizlerin düşeceği beklentisi gerçekleşmemiştir.
Reel faizlerdeki cüz'i düşüşlerin de kısmen kamu bankalarının satın aldıkları devlet iç borçlanma senetleri karşılığında daha düşük faiz haddi kabul etmelerinden kaynaklandığı, bunun (2000-2001 bunalımı öncesindeki gibi) kamu bankalarının kârlılığını tehlikeye attığı Prof. Oğuz Oyan tarafından gösterilmiştir (Birgün, 1 ve 8 Mart 2005).
Kamu toplam borç yükünde 2001'den bu yana izlenen azalmanın TL'nin yabancı paralar karşısında aşırı değerlenmesinden kaynaklanan bir yanılsama olduğu da BSB'nin 2005 Yılı Başında Türkiye incelemesinde açıkça ortaya konulmuştur.
3. Bazı yazarlar tarafından adeta müstehcen bir sözcük olarak algılanan "konsolidasyon", borçları ödememek (moratoryum) anlamına gelmez; borçları meblâğ, vade ve faiz şartları itibariyle yeniden yapılandırmak anlamına gelir.
İddia ettiğiniz gibi Milliyet Business'taki söyleşide konsolidasyon, borçları ödememek anlamında kullanılmamıştır. İç borçları yeniden yapılandırmak ve mali varlıkları vergilendirmekten kaçınmanın hangi toplum kesimlerine, hangi maliyetleri yükleyeceği konusunda Sn. Ali Bilge'nin 7 Mart 2005 tarihli Birgün'de yayınlanan makalesine bakabilir ve 2001'de sayıları 35 bin dolayındaki varlıklıyı vergilemekten çekinen hükümetin 70 milyon yurttaşa 45 milyar $'a yakın kamu borcu yüklediğini okuyabilirsiniz.
Servet vergilerinin sermaye kaçışına yol açarak ekonomiyi yoksullaştıracağı iddiası da, olsa olsa, sermaye hareketlerinin kontrolünü destekleyen görüşlerin haklılığını gösterir.
Sıcak para üzerinde kimi gelişmekte olan ülkelerde uygulanan selektif denetimlerin olumlu etkileri için de (yakında İmge Yayınevi'nce Türkiye'deki okurlara kazandırılacak olan) Ha-Joon Chang ve Ilene Grabel'in Reclaiming Development (Zed Books, 2004) adlı eserine bakılabilir.
Ekonomimizin sıcak para ile sürdürülemeyeceğinin kısmen değil, tamamen doğru bir önerme olduğunu Radikal yazarları Sn. Yiğit Bulut ve Sn. Uğur Civelek'e sorarak, tez elden teyit edebilirsiniz.
4. "Sonucu fakir kalmak olmayan alternatif" olarak doğrudan yabancı sermaye (DYS) yatırımlarını işaret ediyorsunuz. Türkiye'nin (Özal'lı veya Özal'sız) "liberal" çeyrek yüzyılında çektiği net DYS'nin toplam özel yatırımlara oranı dönemler itibariyle şöyledir:
1981-85: %2.0, 1986-90: %3.6, 1991-95: %3.6, 1996-2000: %3.3, 2001-04: %4.4.
Üstelik 2001-04 ortalaması, DYS yatırımından çok, imtiyaz ("franchise") niteliği taşıyan Aria/Avea'nın sermaye girişinden etkilenmiştir; yoksa son yıllarda üretici DYS yatırımlarında canlanma yoktur.
Durum böyleyken, işadamı Sn. Ferit Şahenk'in yılda 20 milyar $ (DPT'nin 2005 yılı özel sabit sermaye yatırımı tahmini olan 44,4 milyar $'ın kabaca %45'i) tutarında DYS girişinden söz etmesi, bir fanteziden öteye geçemez (Hürriyet, 2 Mart 2005).
Üretim yapımız böyle bir şoku orta dönemde bile massedemez. Kendi ülkesine yatırım yapmaktan aciz bir girişimci sınıf mensuplarının bu türden fantezilerinin basında yer alabilmesi bile basın adına esef vericidir.
Milliyet Business'taki söyleşiye katılan iktisatçılar teknoloji ve işbilgisi kaynağı olabilecek ve yeni ihraç pazarlarına açılmada öncülük yapacak DYS yatırımlarına karşı bir tutum sergilememişlerdir.
Ne var ki DYS'nin Türkiye'de yeni tesis yatırımından çok mevcut şirket hisselerinin edinimi ile ilgilendiği, dolayısıyla yeni teknoloji getirmek gibi bir niyeti olmadığı görülmektedir (TCMB'den Ercan Türkan'ın son araştırmasına lütfen bakınız).
Yabancıların İMKB'deki portföy yatırımlarının 2005'in ilk iki ayında rekor düzeylere yükselmesi, bu eğilimin sürmekte olduğuna işarettir.
Bu tür portföy yatırımları toplam yatırım düzeyini artırmaz; Bilgi Üniversitesi'nden Prof. Nurhan Yentürk'ün son on yıldaki çalışmalarında vurguladığı gibi, sadece iç tasarrufları "kovar" (yani onların yerine geçer).
5. Bizler ve BSB'nin birçok üyesi, sadece "özelleştirmenin Türkiye'nin varlıklarının satışına dönüştüğünü söyleyerek eleştirel tutum" almıyoruz. Türkiye'deki özelleştirmenin baştan sona yağma ve soygun olduğunu söylüyoruz. Bu yağma ve soygun, sadece öznel bir kişisel ahlâk sorunu değil, aynı zamanda sistemik bir sorundur: Bize yolsuzluk suçlamalarına ve hukuk dışı tasarrufların iptali davalarına konu olmamış bir tek önemli özelleştirme örneği veremeyeceğinizi iddia ediyoruz.
İddiamıza kanıt istiyorsanız, gazete koleksiyonlarına, ya da Sn. İlter Ertuğrul'un 2004'te Ümit Yayıncılık tarafından yayınlanan "Biz Vatan Hainliğine Devam Ediyoruz Hâlâ!" adlı kitabına bakmanız yeter. Son bir örnek: İMKB'de indirimli blok satışa konu olan TÜPRAŞ hisselerinin satış ayrıntılarını gazeteniz yazarı Sn. Yiğit Bulut'a sorunuz.
Bu blok satışlar sadece bazı özel ve tüzel kişilere "ballı" sermaye kazançları sağlamakla kalmamış, TÜPRAŞ'daki bakiye %51 kamu payının yok bahasına satılması için de emsal oluşturmuştur (bkz. Cumhuriyet, 13 Mart 2005).
Ama özelleştirmeden sorumlu olanlar bugünlerde ilgilerini bu hususlara değil, yönetime kamu kuruluşlarını "şartsız elden çıkarma" yetkisinin verilmesine ve "kamu yararı"nı koruyan birkaç "engel"in ortadan kaldırılmasına yöneltmektedirler (bkz. Hürriyet, 20 Mart 2005).
6. Emek dostu ve sosyal dayanışmayı güçlendiren başka bir program, sizin de belirttiğiniz gibi, elbette hazırlanabilir; ancak bu, hükümet açısından teknik bir sorun değil, siyasal tercih ve kararlılık sorunudur.
IMF'nin o "havalarda" olmadığı, bugünlerde tartışılan Finansal Hizmetler Kanun Tasarısı'nda (bankaların yabancı ve yerli alacaklarını güvenceye almak amacıyla) zora düşmüş bankaların tasfiyesi yerine TMSF'ye devri üzerindeki (artık basınımızda açıkça izlenen) ısrarından bellidir.
IMF'nin vizyonu, Aralık 1999'dan bu yana değişmemiştir: "Sağlam finans" adına rantiye çıkarlarını kollamak.
BSB'nin sınırlı insan gücü ve üyelerinin yoğun mesleki uğraşlarından artakalan zaman, "iç tutarlılığı olan (alternatif) bir programı hazırlayıp kamuoyuna açıklamaya" yetmeyebilir. Yine de BSB'nin yakın gelecekte ilgisini kalkınma politikaları tasarımına yönelterek somut ve uygulanabilir öneriler geliştirmeye çalışacağını umuyoruz.
7. Gerçekleri dile getirdiğimizde ileri sürecek karşı argüman bulmakta güçlük çekenlerin bize "bu görüşler ideolojiktir!" diye sataşmalarına alışkınız; bunları önemsemiyoruz. Ancak "ideolojiyi ahlâkın önüne geçirme" suçlaması böylesine sıradan sataşmaların çok ötesine geçiyor.
Mesleki ahlâk zafiyeti (verileri tahrif etme, kimi olguları bilerek görmezden gelme, okurları kasten yanıltma, v.b.) imâ eden bu suçlamayı şiddetle reddediyor ve sizi basın imkânlarını başkalarına mesnetsiz suçlamalar yöneltmek amacıyla kullanmanın ne kadar ahlâki olduğunu düşünmeye çağırıyoruz.
Saygılarımızla,
Prof. Dr. Korkut Boratav
Doç. Dr. Ahmet Haşim Köse
Prof. Dr. Bilsay Kuruç
Prof. Dr. Oktar Türel
Prof. Dr. Erinç Yeldan