Fotoğraf: Can Candan / Twitter
Bir buçuk yıldır Boğaziçi Üniversitesi’nde çok sıkıntılı günler yaşıyoruz. Ben emekli olduğum halde bu sıkıntıyı derinden hissediyorum. Lisans ve yüksek lisansımı Boğaziçi’nde aldıktan sonra dört yıllık doktora sürecimi başka bir üniversitede yaşadım. Sonra da emekli olana kadar 30 sene Boğaziçi Üniversitesi’nde hocalık yaptım. Bu yüzden burası hayatımın büyük bir kısmını geçirdiğim ve çok değer verdiğim bir devlet kurumu. Ama şimdi atanmış bir kayyum rektör ve iki yardımcısı var…
Uzun yıllardır Boğaziçi’nde alışık olduğumuz bir terbiye, bir yaşam üslubu vardı. Arka planda tabii ki herkesin farkında olduğu bir akademik hiyerarşi (profesör-asistan, hoca-öğrenci) olmasına rağmen günlük ilişkilerde bu hiyerarşi gözetilmezdi. Kennedy Lodge’da uzun yemek sıralarında bazı dekanların genç öğretim üyeleri ve asistanların arkasında sıralarını beklediğine şahit oldum. Özellikle doçentlik jürileri için gittiğim çeşitli üniversitelerde bir dekanın böyle davranması veya sıraya yaklaştığında önündeki kişilerin önlerini ilikleyerek “Sayın dekanım lütfen en öne geçiniz” dememesi ve dekanın da zaten bunu yapmaması düşünülemezdi.
Boğaziçi’nde idari hiyerarşi de (rektör-öğretim üyesi) bu çizgideydi. Üniversitenin işleyişi ile ilgili herhangi bir konuda rektörle görüşmek isteyen bir öğretim üyesine derhal randevu verilir ve rektör ile görüşülür, tartışılırdı.
Üst-alt ilişkisinin dayatılmadığı anlayışla ilgili bir rektörlük seçiminden örnek vereyim: Yaz sıcağında Albert Long Hall’un önünde çok yavaş ilerleyen bir sırada oy vermek için yüksek topuklu ayakkabılarının üstünde bekleyen bir kadın rektör örneği. Ona, sıradaki pek çok kişi “Sizin işiniz vardır, öne geçsenize” dediği halde bunu reddetmiş ve uzun süre sırasını beklemişti.
Boğaziçi Üniversitesi’nde benim şahit olduğum, saygı çerçevesinden çıkmadan eşitlikçi davranış üslubu böyle idi. Çünkü idareciler seçimle gelir ve geçici görevlerini diğer öğretim üyelerinin de desteği ve katkısıyla -onlara rağmen değil- yürütürlerdi. Şimdi görülen baskıcı yöneten-yönetilen ayrımı yaşanmazdı.
Tabii ki her zaman çözmeye çalıştığımız sorunlar oldu; kimse üniversitenin geçmişiyle ilgili mükemmeliyet iddiasında değil. Ama 12 Eylül’den hemen sonra üniversitede yaşanan rahatsızlıkta bile şimdiki boyutta sıkıntı yaşanmadı. Eskiden sorunları aramızda tartışıp, bazılarını çözüp bazılarıyla yaşamaya devam ediyorduk. Bir buçuk yıldır, neyin, neden ve nasıl yapıldığının üniversite kamuoyuyla paylaşılmadığı bir süreç yaşanıyor. Bazı uygulamalara öğretim üyeleri sadece maruz bırakılıyor. Kendilerinin hiyerarşik olarak “üst” kademelerde olduğuna inanan birkaç kişi kararlar alındıktan sonra hocalara bunları neredeyse emir kipiyle “tebliğ ediyorlar”. Kampüste pek ortada görünmüyorlar; arada yazılı iletişim kurmaya çalışıyorlar.
Aslında buna iletişim demek de pek doğru değil. Tepeden aşağıya bir üslupla şimdiye kadar hiçbir rektörlük döneminde şahit olunmayan, “uygun görülmüştür”, “şöyle yapılacaktır” tarzında gerekçeleri belirtilmeyen karar bildirimleri yapılıyor. Soru soran veya itiraz eden bir mesaja, doğruların ne olduğu dikte ediliyor ve “hayır, mantıklı olalım, bu öyle değil, böyledir” gibi cevaplar veriliyor.
Dışardan atayarak getirdikleri Boğaziçi terbiyesinden nasibini almamış birtakım idari personel, bazı yazışmalarda hocalara saygısızca cevaplar verebiliyor.
Bugün Boğaziçi’nde yaşanan huzursuzluğa bir de öğrenciler açısından bakalım. Bilindiği gibi, bir üniversite sadece para kazanılabilecek bir meslek edinilen yer değildir. Burada öğrenciler ilerde meslek olarak da kullanabilecekleri bir uzmanlık alanını öğrenirken başka bir şeyler daha öğrenirler; değişik konularda bilgi edinirler, kültür sahibi olurlar. Bunun için uzmanlık alanları dışındaki konularda seçmeli dersler olduğu gibi, dersler dışında öğrenci faaliyetleri vardır. Bu da Boğaziçi Üniversitesi’nin iyi olduğu bir başka alandır. Çeşitli öğrenci kulüpleri özgürce çalışırlar, üretirler ve öğrenciler derslerde edinemeyecekleri tecrübeleri buralarda yaşarlar. Kültürlü insan olma yolunda ilerlerler. Bu alanda da bir buçuk yıldır büyük sıkıntılar yaşanıyor. Bazı öğrenci kulüpleri kapatılıyor; birçok etkinliğe izin verilmiyor. Her yapılanın kontrol altına alınıp birçoğunun yasaklandığı bir ortamda öğrencilerin özgürce düşünebilmeleri ve yaratıcı yanlarını geliştirebilmeleri mümkün değil. Çeşitli gerekçelerle şiddet görmelerine, göz altına alınmalarına girmiyorum bile.
Üstelik bu öğrenciler üniversite sınavından en üst puanları alan, toplumun her kesiminden gelen, ülkenin en zeki, en yetenekli ve en çalışkan öğrencileri. Boğaziçi’ndeki hocalar ise, son derece yüksek kriterlerle adil, şeffaf ve titiz süreçlerden geçerek işe alındıkları ve her akademik yükseltmede aynı titizlikle değerlendirildikleri için alanlarında dünya çapında saygınlığı olan ve öğrencilerinin kıymetini bilen kişiler.
Boğaziçi Üniversitesi 50 küsur yıldır bu ülkeye büyük hizmetler veren parlak insanlar yetiştirdi. Birçok aile çocuklarının burada okumasını istiyor; birçok kurum özellikle Boğaziçi mezunlarını işe alıyor. Demek ki bu kadar yıldır bir şeyler doğru yapılıyor. Ama hayır, şimdi bütün bunlar değiştirilmek, “düzeltilmek” isteniyor. Tepeden inme emirler ve yasaklarla Boğaziçi değerleri, terbiyesi ve üslubu yok edilmeye çalışılıyor. Bu ülkenin çocuklarına gerçek bir “üniversite eğitimi” veren bir devlet kurumu yok ediliyor. Yazık oluyor!
(NE/HA)