İçinde bulunduğumuz süreçte, siyasal yönü belirgin bir şiddet sarmalı, ideolojik ve hegemonik bir araç olarak, günlük yaşamımızı kuşatmış bulunuyor. Bu durum, toplumsal hafızamızı ve her birimizin kişisel belleğini darmadağın ediyor. Etik duyarlılığımızı sarsıyor, ahlaki anlayışımızı parçalıyor. Kişisel ve toplumsal yaşamda psikolojik ve sosyolojik yaralar açıyor. Tarihsel önyargıların ve kültürel kategorilerin günümüz politik, felsefi, etnik, dinsel, cinsel kimliklerle birleştirildiği, yaygın bir nefret söylemine dönüştürüldüğü ve ayrımcılığın halkı kutuplaştırdığı bu toplumsal koşullarda; güvenlik kaygıları giderek tedirginlik ve korkuya dönüşmüş bulunuyor.
Suruç, Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve diğer kentlerde gerçekleşen saldırı ve katliamlara, Hrant Dink, Tahir Elçi, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Uğur Kurt, Dilan Doğan, Kemal Kurkut, panzerin girdiği evde ezilerek, uykularında ölüme giden Silopili çocuklar ve benzerlerine ait fotoğraflarda donup kalan kareler bize; “öldürmenin sınırsız bir eylem halini” anlatıyor. Bunu kavramanın, onu hatırda tutmanın yoğunlaşmış bir formunu gösteriyor.
Bu ve benzer görüntülerin “yoğunlaştırdığı” izlek “formları”, toplumsal ve siyasal belleğe katılıyor ve etkisinin eylemsel boyutu oluşmadan, dağılıyor. Giderek sıklaşan bu olaylar ve yarattıkları dramlar gözümüzün önünde uzayıp giderken, sahneleri korkunçlaştığı ve dehşet oranları arttığı ölçüde, iç dünyamızda bunları yaşama ve duyumsama yeteneğimiz azalıyor. Bu koşullarda, başka yerlerde yaşanan ve biriken acıların farkında olmak, adeta ‘kurgusal bir farkındalık’ haline dönüşüyor. Bizler, tek tek kişiler ve toplum olarak, ahlaki yükümlülük anlayışımızı, etik bir tepki olarak duyarlılığımızı yitirmek noktasına sürükleniyoruz.
“Duyarlılık yitimi”
S. Zweig’in Yarının Tarihi adlı eserinde dile getirdiği gibi, sürekli bu olaylara tanıklık etmek “Düşünmeyi yıkıyor ve zamanımız bizden olup bitenleri duyumsamamızı talep ettiği ölçüde, artık bitkin düşen ruhumuz, bu talebi gittikçe daha az yerine getirebiliyor… Çünkü trajik olan ölçüsüzce yoğunlaştığında, bizi sarsma yeteneğini arttıracak yerde azaltır. Güçlü ve sürekli heyecanlar, derecesi kaçınılmaz olarak yükselen bir yorgunluğa yol açar; aşırı gerginlik fazla sürdüğünde bir tür felce dönüşür”.
Böyle sürekli bir yüksek gerilimin üstesinden gelebilmek için, bu zamanın tanıkları olan bizler; zamana katılma ve onun dehşetini, acısını ruhumuzun en derin noktasında duyumsama yolunda olabilecek en dürüst niyete sahip olmamıza karşın, zamanı yaşamaktan çok, unutmak için çaba harcamaya başlarız! Bunun nedeni, yeterince duyumsamamak değil, insan oluşumuz! Zira “her birimiz ancak tek bir yüreğimizle, yıkımın belli bir derecesinden fazlasını içinde barındıramayan küçücük, daracık yüreğimizle insanız”.
Bu bizim insani gerçekliğimiz elbette.
Ancak, böylesi tarihi zamanlarda, çok fazla şey olup bitiyor ve kimi zaman düşüncelerimizi bir süre için olanlardan uzaklaştırdığımızda ve duygularımız artık yanıt vermediğinde, ihtiyaç duyacağımız şey iyi niyet değil, güç oluyor! İnsani acıları birlikte duyumsama gücü. Ancak bu güç, birey ve toplum olarak bizi “duyarlılık yitimine” karşı koruyabilir.
Yaşamı savunmak gerekir
Bir yönetme aracı olarak biyopolitika, yaşam alanında; “yaşaması ile ölmesi gereken arasında kesinti/ kopukluk” yaratılmasına dayanır. İnsanların öldürülmesi veya Foucoult’un dolaylı öldürme dediği, insanların basitçe ölmeye bırakılması, bu kopukluğun görünümleri olarak ortaya çıkar.
OHAL düzeni içinde Kanun Hükmünde Kararnameler ile hukuk süreçleri işletilmeksizin gerçekleşen yargısız işten atmalar, emekçilerin yaşam hakkını ihlal eden bir tür “ölmeye bırakmaya” dönüşmüş bulunuyor. TİHV’in açıklamalarına göre, OHAL’in ilanından bugüne kadar geçen süreçte, görevlerinden ihraç edildikleri için intihar eden kişi sayısı otuz yedi.
Görevlerinden ihraç edilen Nuriye Gülmen ve Semih Özakça da, Ankara’nın merkezinde Yüksel Caddesinde uzun süredir açlık grevindeler ve sağlıkları, yaşamlarını sürdürme kapasitesinin etkilenmesi bakımından tehlikeli, kritik bir aşamaya gelmiş bulunuyor.
Şiddeti engelleyebilecek, kontrol altına alabilecek yegane güç ve aynı zamanda şiddeti yasal olarak kullanabilecek tek yapısal kurum olarak devlet, bu amaçsal ve işlevsel paradoks içinde, yurttaşlar ve hangi sıfat altında olursa olsun bu ülkede bulunan insanlar olarak, bizleri öncelikle yaşatma; biyolojik, psikolojik ve moral yönleri olan birer varlık olarak yaşamda tutma ve haklarımızı güvence altına alma görevini yerine getirmeli.
Devletin varlık nedenlerinden biri olan bu “yaşatmacılık” görevinin gerekçesini, tanım ve içeriği anayasada ve evrensel insan hakları belgelerinde düzenlenmiş olan başta “yaşam hakkı” olmak üzere, insan hakları oluşturuyor. Bu hakların her birimiz için güvenceye alınması öncelikle; her türlü hak ve özgürlüğün askıya alınabildiği, her yerde gözü ve kulağı olan devletin aygıtlarının uyguladığı şiddetin de yasal duruma getirildiği, hukuki güvenlik ilkesinin zedelendiği, hatta bütünüyle kaldırıldığı koşulların değişmesine bağlı bulunuyor. Böyle bir değişim de eksiksiz bir kitle demokrasisinin oluşması, insan hak ve özgürlüklerini temel alan bir güvenlik anlayışının kurumsallaşması ile olası görünüyor. Bu kurumsallaşma için de, “güvenlik devleti” yerine; kişi ve toplum güvenliğini hukuki güvenceye bağlayan, etkin hukuki mekanizmalar ile her türlü ihlalle karşı koruyan, devletin her türlü eylem ve işleminin içeriğini ve sınırlarını anayasa ve hukukun belirlediği, denetim mekanizmalarının etkin olarak işletildiği, hukuki güvenliğin sağlandığı “ hukuk devletini” savunmak ve sürdürmek gerekir.
Ölüme ve öldürümlere karşı durmak, insan olarak birbirimizi ölümden uzak, hayatta tutabilmek ancak, acıları birlikte duyumsama gücü gösteren tüm toplum kesimlerinin bir araya gelmesine, dayanışma içinde, her türlü demokratik araç ve yollarla, bu amaçlarla bir söylem ve eylem birlikteliği içinde olması ile olanaklı olabilir.
Unutulmamalıdır ki; “hayatın karşıtı, ölüm değil, kayıtsızlıktır”. (NOB/HK)