Not: Bu yazı "Biz Bu Dünyaya Çalışmaya mı Geldik?" başlıklı yazının devamıdır.
Sosyalizmde çalışmanın zoraki katlanılan bir angarya olmaktan çıkıp insanı bir ihtiyaç ve keyif aracı haline gelmesi, genel geçer sloganlara dayalı yüzeysel sosyalizm algısına sahip sosyalistler tarafından bile ‘sosyalist bilincin kazandırdığı devrimci idealizme’ bağlanır. Yani sorun bir ‘bilinç’ ve ‘bilinçlendirme’ sorununa indirgenir. İdealizmin daniskası bu yüzeyselliğin, Marksist bilimsel sosyalizm öğretisiyle hiçbir ilgisi yoktur. Ayrıca bu kafa, 20. yüzyıl pratikleri sırasında tanık olduğumuz Pol Pot'çuluk türü kitlesel cinayetlere dönüşen “çalışma/üretim seferberliklerine” kalkışmaya açık bir yapıya sahiptir.
Halbuki çalışmanın/iş'in gerçek anlamda sosyalist bir karakter kazanması, kitleleri ajite eden kültürel-manevi bir süreç olmaktan önce, o bilinç sıçramasına da temel oluşturacak tarzda üretim süreçlerinin örgütlenişi ve emekçilerin çalışma koşullarının kökten değiştirilmesinde cisimleşen maddi bir değişim/farklılaşma sürecinin ürünüdür. Bu köklü değişimde somutlanır. Tabii bunun da gerisinde ‘üretimin amacındaki farklılaşma’ yatar.
‘Çalışma’ ile bağlantılı olarak sosyalizmin insanlığa nasıl bir gelecek vadettiğinin zihinlerde canlanmasını kolaylaştırmak için, sosyalizme bilimsel bir karakter kazandıran proletaryanin iki ölümsüz önderinin ortak eserlerinin birinden yapılacak bir alıntı sanırım yararlı olur:
“...İnsanlar doğal toplum içinde bulundukları sürece, yani kendine özgü çıkarlar ile ortak çıkar arasında yarılma olduğu sürece, dolayısıyla faaliyet gönüllü olarak değil de doğallıkla bölündüğü sürece, insanın kendi edimi, insan tarafından kontrol edilecek yerde onu köleleştiren, insana karşı duran yabancı bir güce dönüşür.
Gerçekten de işbölümü ortaya çıkar çıkmaz, herkesin kendisine özgü, yalnızca kendisine ait bir faaliyet alanı olur. Bu faaliyet alanı ona zorla dayatılır ve kimse bu alanın dışına kaçamaz. Kişi avcıdır, balıkçıdır, çobandır ya da eleştirmendir; eğer geçim araçlarını yitirmek istemiyorsa işini sürdürmek zorundadır.
Oysa komünist toplumda, yani kimsenin sınırlanmış bir faaliyet alanının içine hapsolmadığı, herkesin arzu ettiği bir dalda işin üstesinden gelebileceği toplumda, toplum genel üretimi düzenler. Böylece, bugün başka bir şey yarın başka bir şey yapmak, hiçbir zaman avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmak durumunda kalmadan, akla estikçe, sabahleyin avlanmak, öğleden sonra balık tutmak, akşam sığır yetiştiriciliği yapmak, yemekten sonra da eleştiri yazmak mümkün olur...”(Marx-Engels, Alman İdeolojisi)
Bu alıntıda çizilen tasviri, 'sosyalizm rüyası’nın en kısa özeti olarak da okuyabiliriz.
Bu rüya, üretim araçlarıyla üreticiler arasındaki kopukluğun ortadan kaldırıldığı, dolayısıyla çalışmanın nitelikçe farklılaştığı, yaşayabilmek için katlanılan bir angarya olmaktan çıkıp insan olduğunu duyumsamak için yapılan bir faaliyet, bir ihtiyaç haline geldiği, yani emeğin ve insanlığın zincirlerinden kurtulduğu özgür bir toplum rüyasıdır.
Bu rüyanın başka bir açıdan tasvirini Marx Kapital'de şöyle yapar:
“Bütün yaşamı boyunca bir ve aynı işi yineleyerek güdükleşen ve böylece bir 'parça-insan' haline gelen bugünün parça işçisinin yerini, çeşitli işlere yatkın, üretimdeki herhangi bir değişmeyi karşılamaya hazır ve yerine getirdiği çeşitli toplumsal görevleri, kendi doğal ve sonradan kazanılmış yeteneklerine serbestçe uygulama alanı sağlayan bir şey olarak benimseyen tam anlamıyla gelişmiş bir birey (alacaktır)” (Marx, Kapital, I. Cilt).
Komünist toplumu işte bu “tam anlamıyla gelişmiş” özgür bireyler oluşturacaklardır.
Böyle bir dünyada yaşamayı kim istemez? Özellikle günümüzün çalışma hayatı, temposu ve işleyişi göz önüne getirilecek olursa…
Bu noktada, “Hayal kurmaktan daha kolay ne var? Ayrıca hayalden kim ölmüş?..” diye düşünenler çıkabilir. “Sonunu ‘89’da gördüğümüz filmin tekrarlanmayacağının garantisi nerede?” kuşkuculuğu devreye girebilir. “Gerçekçilik” görünümü altında insanlara hayal kurmayı bile unutturan neoliberal kapitalizmin yol açtığı kayıtsızlığın buz gibi soğuk duvarlarına da çarpabiliriz.
Bu sonuncusu için kısa vadede yapılabilecek fazla bir şey yoktur belki ama diğerleri belirli bir haklılık payını içlerinde taşırlar. Bu durumda, bilimsel sosyalizm teorisinin kendisine (özüne) bakıp onun bu iddiasını nasıl gerçekleştireceğine dair çizilen yol haritasını incelemek herhalde en mantıklı –ve dürüst- yol olur.
‘Çalışma’nın, insanın katlanmak zorunda kaldığı bir eziyet olmaktan çıkıp kendini gerçekleştirdiğini duyumsadığı bir zevk konusu, insanı bir ihtiyaç haline gelmesi, en kısa anlatımla, emeğin özgürleşmesi sorunudur.
Bunun zorunlu ilk adımını, üretim araçlarını özel mülkiyet konusu olmaktan çıkararak üretenler ile üretim koşulları, işçi ile emeğinin sonuçları arasında yaratılmış olan kopukluğa son vermek oluşturur doğal olarak. Çünkü birikmiş artı değer olarak kendisi de emeğin ürünü olan özel mülkiyet, sermaye olarak iş görmeye başladığı andan itibaren emeğin hem kendi ürünlerine hem de çalışmaya yabancılaşmasının nedenine dönüşür. Üretim araçları üzerinde özel mülkiyete son vererek toplumsallaştırmak, bu yüzden kapitalizmden sosyalizme geçişin tayin edici ilk iki adımından biridir (diğeri ise, kelimenin gerçek anlamıyla bir ‘devlet’ olmaktan hemen çıkmaya başlaması gereken proletarya diktatörlüğünün zorunluluğudur).
Ne var ki, kapitalizmden sosyalizme geçişin tayin edici adımlarının başında gelmekle birlikte sadece üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet düzenine son vermek, çalışmanın yanı üretim faaliyetinin insanileşmesini sağlamaya yetmez. 20. Yüzyılın sosyalizmi inşa pratikleri ve onların ele alınışı sırasında çok düşülen sığlıklardan biri de zaten bu ‘zorunlu’ şartı tek başına ‘yeterli’ görmektir. Halbuki, üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla başlayan ilk büyük adımın arkasının gelmesine, bu ilk adımı sosyalizmin tarihsel amaçlarına doğru evriltecek başka adımlara ihtiyaç vardır.
Bunların içinde, diğerlerinin de ‘güvencesi’ olmakla kalmayıp üretim tarzının sosyalist karakterini koruyup sürdürebilmesinin tayin edici halkasını oluşturan ‘üretim süreçlerinin demokratikleştirilmesi, sürecin her aşamasında işçilerin yönetimi ve denetiminin esas olması zorunluluğunu’ ilerde, sosyalist demokrasi konusuyla bağlantısı içinde ele almak üzere şimdilik bir tarafa bırakalım.
Üretim araçlarının toplumsallaştırılmasıyla emek üzerinde sermayenin egemenliğine, dolayısıyla toplumsallaşmış üretim faaliyetine bireysel kar hırsının yön vermesine de son verilmiş olunur. Bu zorunlu şart yerine getirildikten sonra emeğin özgürleşmesi konusu artık zorunlu emek miktarının (dolayısıyla süresinin) azalmasına bağlı, onunla doğru orantılı bir süreç sorunu haline gelir.
Burada yeniden Marx’a kulak vermek, sosyalizmin anlamını ve amacını doğru ve nesnel olarak görüp değerlendirmemizi kolaylaştırır:
“Gerçekte özgürlük alemi ancak, ihtiyaçlar ve günlük kaygılarla belirlenen emeğin sona erdiği yerde fiilen başlamış olur; demek ki bu alem, eşyanın doğası gereği, fiili maddi üretim alanının ötesinde bulunur.
Nasıl ki vahşi insan, gereksinimlerini karşılamak, yaşamını sürdürmek ve yeniden üretmek için doğayla boğuşmak zorundaysa, aynı şekilde uygar insan da aynı zorunluluk içerisindedir. Bunu bütün toplumsal biçimlenmelerde ve akla gelen her üretim tarzında yapmak zorundadır.
İnsanın gelişmesiyle birlikte istekleri artacağı için, bu fiziksel ihtiyaçlar alanı da genişler. Ama aynı zamanda bu gereksinmeleri karşılayan üretici güçler de artar. Bu alanda özgürlük, ancak, doğa ve onun kör güçlerince güdülmek yerine, doğayla alışverişi akılcı biçimde düzenleyen, doğayı ortak denetimleri altına alan, bunu en az enerji harcayarak ve insan doğasına en uygun ve ona en yaraşır koşullar altında başaran toplumsallaşmış insana, yani birleşmiş üreticilere bağlı olarak ortaya çıkar.
Ama yine de bu bir zorunluluk alemi olmaya devam eder. Gerçek özgürlük alemi, kendi başına bir amaç olarak insan enerjisinin gelişmesi bunun ötesinde başlar. Ama bu da ancak, bu zorunluluk alemi temelinde serpilip gelişebilir.
İşgününün kısaltılması onun temel önkoşuludur” (Marx, Kapital, III. Cilt, abç).
İşte bu!.. Bizim de sözü getirmek istediğimiz nokta burasıdır zaten: İşgününün kısaltılması!..
21. yüzyılın sosyalizmi, bunu sadece ‘vadetmekle’ de yetinmemeli, bu temel vaadini nasıl yaşama geçireceğini ete kemiğe büründüren somut projelerle çıkmalıdır toplumun karşısına!..
Kaldı ki bu adımın önemi, sadece üretmenin insanileşmesi ile de sınırlı değildir. Emekçinin kendisine, ailesine ve çevresine ayıracağı zamanın artması anlamına gelen işgününün kısalması, onu “parça-insan” olmaktan kurtaracak olan becerilerini geliştirip zenginleştirme olanağını bulmasından tutalım yönetim işlerine katılacak zaman ve imkan bularak proleter demokrasinin işlemesini kağıt üzerinde kalmaktan kurtarmaya kadar başka bir çok alanda sosyalizmi sosyalizm yapan bir dizi gelişmenin de maddi zeminini/önkoşulunu/güvencesini oluşturur.
Bilim ve teknolojinin bugün ulaştığı düzeyde işgününü istedikten sonra ‘hemen, şimdi’ haftada maksimum 20 saate indirmek olanaklıdır. Üstelik bunu biz değil, kapitalizmin hizmetindeki üniversiteler ve araştırma kurumları söylemektedir. Kaldı ki, üretimin amacının farklılaşmasına bağlı olarak bilim ve teknolojinin kullanımının da farklılaşması yanında bu alanlardaki yaratıcılığın sınırsızlığı da göz önüne getirilecek olursa 20 saat bile aslında ‘uzun’ bir süredir, kısa zamanda daha da aşağı çekilebilir.
O halde nedir bunun önündeki engel?.. Cevap ortada: Kapitalizm… (HSA/HK)