Bir dönem Merkez Bankası'nda Başkan Rüsdü Saraçoğlu'nun yardımcılığını da yapan Ercan Kumcu, 10 Mart'ta Hürriyet'teki köşesinde, diyordu ki, "Önce, 1999 yılındaki ekonomik durgunluk geldi. Ardından, 2000 yılındaki enflasyonu indirme programının yarattığı gelir kayıpları oluştu. Devalüasyon ve onu takip eden ekonomik çöküntü ise, bankacılıkta sermaye bırakmadı ... Bankacılık sektörünün artık maliyetsiz kaynağa ihtiyacı vardır. İhtiyaç duyulan kaynağın bugünkü hákim sermayedarlar tarafından bulunmasını beklemek fazla gerçekçi değildir. O halde, devletin bankalara maliyetsiz kaynaklar aktarması zorunlu görünmektedir."
Bankalara maliyetsiz kaynak
Devletten_-siz bunu halktan diye okuyun- bankalara maliyetsiz kaynak aktarmanın gerekçesi ise Kumcuya göre "amme menfaatine" idi. Nasıl amme menfaati?
Kulak verelim Kumcuya;
" Bankalar bugünkü ortamda ellerindeki sermaye ile yaşayabilmek için küçülmek zorundadırlar. Yani, geri alabildikleri kredileri kapatmak isteyeceklerdir. Bir süre sonra, şimdi durumu iyi olan firmalar dahi zor duruma düşebileceklerdir. İşsizliğin zaten kol gezdiği ülkemizde 'kredi çöküşü' nedeniyle üretim ve istihdam çok daha vahim bir hale gelebilecektir. Bu sonucu durdurabilecek tek gelişme, bankalarımızın büyüyerek kár edebileceği bir ortamı yaratmaktır.Bu ortam da, ancak sermayelerini yitirmiş sektöre, maliyetsiz kaynak, yani ek sermaye konarak sağlanabilir."
Peki ek sermaye nerede? Çözüm nasıl bulunacak? Kumcuya göre, " Uluslararası kuruluşlar(yani IMF ve Dünya Bankası) bankacılık sektörünün yeniden yapılandırılması için Türkiye'ye yeni kaynaklar vermesi yönünde ikna edilmelidir."
Demek ki bankacılıkta yangın söndürülmemiş
Demek ki, neymiş? Derviş Bey'in , kriz geçti diye karanlıkta ıslık çalması hikayeymiş. Henüz bankacılıkta yangın söndürülememiş, sönmesi için devletin bankalara IMF/DB'den kredi alıp bankalara ek sermaye olarak koyması, yani bankaları kurtarmak için tüm topluma ödetilecek ek borçlanmalara gitmesi gerekirmiş.
Gerekirmiş, çünkü bu yapılmazsa, ellerindeki sermayeleri küçülmüş bankalar, yeni kredi açmaz, geri çağırdıkları kredileri de tahsil edemezse, yeni krizler yaratırlarmış. Her gecikme, ek maliyet demekmiş.
Biz, büyüme ne zaman başlayacak, işinden atılan insanlar ne zaman işlerinin başına dönecek, yatırımlar ne zaman başlayacak diye bekleşip duralım, meğer daha ödetilen o kadar ağır faturaya rağmen enkazın çok azı kaldırılabilmiş.
Bankalara yüzde 30 reel faiz aktarımı
Bu arada, ek sermaye enjeksiyonu beklenirken, sanılmasın ki bankalar için devlet birşey yapmıyor. Yapıyor hem de eskisinden beter yapıyor. IMF onayıyla , bankalara, iç borçlanma karşılığı yüzde 30'u aşan reel faizler ödüyor.
IMF Mektubu'nda yer alan makroekonomik dengeler 2002 yılına ait Hazine Bonosu ortalama nominal faiz oranını yüzde 69 olarak varsayıyor, dolayısıyla 2002 boyunca reel faiz yükünün yüzde 30'lar düzeyinde olacağını öngörüyor.
Oysa yüzde 69 oranı henüz 2002 yılının başında geçerli oldu. Demek ki, yılın devamında enflasyon oranındaki gerilemeye paralel bir nominal faiz oranı azalışı arzu edilmiyor. Bu tercihin bir sonucu olarak, 2002'de Hazine Bonosu ortalama dönem başı reel faiz oranının yüzde 33.2 gibi çok yüksek bir düzeyde tutunması sağlanıyor. Reel faiz oranı, 2000 yılında yüzde -9.4, 2001 yılında yüzde 32.4 olmuştu. Programın devamında bu oranın 2003'te yüzde 27.5, 2004'te ise yüzde 20.5 olacağı öngörülüyor.
Azalışa rağmen, Hazine'nin dünya ortalamalarının çok üzerinde maliyetlerle borçlanmaya devam edeceği anlaşılıyor.. Bu verilerin ışığında 2002 IMF Mektubu'nun da, öncelikle bankaların krizden çıkışını amaçladığı görülüyor.
Ama bu yüksek faiz, bankalara kan sağlarken, üreticiyi, yatırımcıyı; küçülen işini büyütmeye, yatırım yapmanın eşiğine bile yaklaştırmıyor. Dolayısıyla,işsizlik, yoksulluk azalmıyor. Sabırlar daha hızlı tükeniyor. Daha çok çektirecek bunlar hepimize, hem de çooook.