Bu tartışma içinde ise taraflar tarihi seçici (selektif) bir biçimde kullanmaktadır. Yani tarih, olayları belli bir neden sonuç ilişkisi içinde anlatan, kendi içinde bir tutarlılığı olan bir tüm olmaktan çıkıp, herkesin hukuki ya da hukukvari argümantasyonuna uygun düşecek kanıtları çekip çıkardığı bir bilgi belge ambarı olarak kullanılmakta ve böylece, tarih hukukun tutsağı olmaktadır.
Konuya girmeden önce iki hususu belirtmek isterim: Ermeni sorunu uzmanlarından olduğumu sanmıyorum ve zaten bu konuda herhangi bir yapıtım yok. Bununla birlikte, yıllarca önce 1970'li yıllarda Birinci Dünya Savaşı ve istiklal Savaşı kapsamında bu konuyu da ele almak niyetiyle çalışmalarım olmuş ancak sonunda vazgeçmiştim. Nedeni ise, aşırı derecede polemik nedeni olan bir ortamda tek bir kişinin çabasıyla uzlaşmaya varmanın imkansızlığım kavramam olmuştu.
Dolayısıyla, buradaki konuşma bir mesaj verme ya da bir girişim başlatma niteliğinde olmayıp, sizin katkılarınızla bir görüş alış verişi yapmaktır.
Hukuk ve Tarih Karşı karşıya
Hukukun amacı bir şeyi kanıtlamak, tarihin ise izah etmektir.Hukuk yargılar; oysa, tarih değer yargısından uzak durur. Temel amacı bir neden sonuç ilişkisi içinde olayları, gerçeklere mümkün olduğu kadar yaklaşarak göz önüne sermek ve değer yargısını okuyucuya bırakmaktır.
Bir örnek vermek gerekirse; Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Fransa'nın Almanya'ya yapmış olduğu baskıların Hitler rejiminin ortaya çıkmasına katkıda bulunduğunu söylemek, bu rejimi haklı çıkarmak demek değildir.
Bu durumda hukuk, tarihin verilerim kullanır; ancak, bunun için kendisinden bağımsız olarak varolan bir tarih yazımı gereklidir. Aksine, tarih yazımı hukuk kavramlarım kullanmaz ve tarih hukukun yardımcı bir öğesi, bir alt dalı değildir. Dolayısıyla, kavram kargaşasından kurtulmak için yapılacak ilk iş, tarihsel düşünce sistemini hukuksal düşünce sisteminden ayırmaktır. Başka bir deyişle, hukuksal endişelerden ve art düşüncelerden bağımsız bir tarih yazmaktır.
Bunun için de bugünün değerlerini ve kavramlarını tarihin çeşitli dönemlerine mal etmekten kaçınmak gerekir.
Bu konuda da örnekler vermek mümkün; Roma uygarlığını köleci bir topluma dayandığı için kötülemek, Osmanlı tarihinde yeniçeri devşirme sistemine ya da padişahların kardeşlerini ortadan kaldırması olayına karşı rahatsızlık duymak gibi.
"Soykırım" Anakronizm midir?
Soykırım tartışmasının bu biçimde bir anakronizm olduğunu söyleyebiliriz, ancak bizi burada ilgilendiren konunun algılanmasında daha önemli bir anakronizm vardır: Çok uluslu devlet (imparatorluk) ve ulus devlet kavramlarının birbirine karıştırılması ve birincisine, ikincisinin açısından bakılması.
Türk tarafı olaylara, özünde devlete karşı ihanet olarak algılanan bir isyana karşı yapılan bir "tenkil" (bastırma) hareketi açısından bakmaktadır. Bu bakış Osmanlı'dan kopmaya çalışan tüm halkların hareketleri için de geçerlidir. 1916 Arap isyanı da bir ihanettir; 19. yüzyılda Balkan halklarının ayaklanmaları da öyledir. Oysa burada, evrensel anlamda tarihsel bir süreç olan çok uluslu imparatorluklardan ulus devletlere geçiş söz konusudur. 19. yüzyılda başlayan bu süreçte Avusturya Macaristan ve Osmanlı imparatorlukları parçalanmış, Rus imparatorluğunun parçalanması ise günümüzde halen sürmektedir.
Ermeni tarafına gelince, o da bu süreci göz ardı ederek olaylara ancak soyut ırkçı bir izah getirmektedir. Bu görüşe göre, son tahlilde Türklerin Ermenileri ortadan kaldırmağı onların barbarlığından kaynaklanmaktadır; böylece sunulan nedenin oluşumunun kendisi ırkçı nitelik taşımaktadır.
Bu durumda, Ermeni sorununu Osmanlı împaratorluğunun çözülmesinde yaşanan halklar mücadelesinin en trajik safhası olarak tanımlayabiliriz. Ancak, bunun böyle olmasının nedenleri vardır ve bunlar araştırılmalıdır. Ben burada bu konuda bazı ipuçları vermeğe çalışacağım.
Osmanlı imparatorluğu bünyesindeki halkların ayaklanması ve bu ayaklanmanın başarıya ulaşarak ulus devletlerin kurulması üç temel öğeye bağlı olmuştur:
1. Ayaklanmanın entelektüel ve operasyonel altyapısını hazırlayacak, yani aydınlanma ve örgütlenmeyi yürütecek, zengin ve okumuş bir zümrenin varlığı
2. Ayaklanmayı gerçekleştirecek ve ilerdeki ulus-devletin nüvesin; oluşturacak kitlenin bir yörede yoğun bir biçimde bulunması
3 Dış destek, yani dönemin büyük güçlerinin desteği
Ermeni sorununun temelinde ikinci öğe, yani bir yörede yoğun bir Ermeni çoğunluğunun olmaması yatmaktadır. Bunun diğer öğelere etkisi olmuştur: Özellikle İstanbul'da yaşayan zengin ve entelektüel Ermeni kitlesi başarılı olma olasılığı zayıf bu hareketin örgütlenmesini üstlenmemiş, örgütlenme yerel orta sınıflara bırakılmış ve onun için de radikalleşmiştir. Yerel çoğunluğun olmaması ayaklanmanın başarısını dış desteğe bağlı kılmıştır; oysa, aynı nedenler bu desteğin I. Dünya Savaşma kadar çekimser kalmasına neden olmuştur. Ayrıca Yunan, Sırp, hatta Arap ayaklanması bu halkları imparatorluğu savunan Osmanlı güçleri ile karşı karşıya getirmesine karşılık, Ermeni sorununda iki milliyetçiliğin Türk ve Ermeni milliyetçiliklerinin doğrudan çatışması söz konusudur. Bunun bir nedeni, yukarıda belirttiğim gibi, aynı toprakların üstünde Ermeni, Kürt ve Türklerin yaşaması; ikinci nedeni ise, Ermeni hareketinin güçlendiği sırada Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve iki milliyetçiliğin birbirini beslemesidir.
"Tartışmalı" Olaylar
1. Ermeni sorununun başlangıcı 1830'lu 1840'lı yıllarda Osmanlı hükümeti tarafından Kürt aşiretlerinin toprağa yerleştirilmesi girişimlerindedir. Yerleşik düzene geçen Kürtlerin Ermeni köylerine yaptıkları baskılar huzursuzluk yaratmış ve ilk Ermeni direnişlerine ve örgütlenmelerine yol açmıştır.
2. 1876 Bulgar ayaklanması, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı ve 1878 Berlin Kongresi'nin Doğu vilayetlerinde reformlar konuşanda aldığı kararlar, Ermeni kuruluşları arasında Bulgaristan örneğinin kullanılabileceği fikrini uyandırmıştır. Yani mutlak bir çoğunluğun bulunmadığı alanlarda ayaklanma hazırlamak, çevreye saldırarak tepkiyi üzerine çekmek ve bastırma hareketlerinden doğacak uluslararası kamuoyundan faydalanarak dış güçlerin müdahalesini sağlamak. Ancak 1893-1894'te yapılan bu girişimler, dönemin uluslararası dengelerinden, özellikle de İngiliz-Rus ilişkilerinden dolayı bir müdahaleye yol açmamış, merkez hükümetin özellikle Kürt Hamidiye alayları aracılığıyla yürüttüğü bastırma hareketi tepkisiz kalmıştır.
3. Ondan sonraki önemli aşama Balkan Savaşlarıyla başlar. Balkan Savaşları bir yandan Osmanlı imparatorluğunun dağılmasının işaretini verirken, öte yandan Türk milliyetçiliğinin doğmasına yol açar. 1911 Trablusgarp Savaşı'nın Osmanlı'nın Afrika'daki tasfiyesini ifade ettiği gibi, Balkan Savaşı da Avrupa'daki tasfiyesini ifade etmektedir ve sıra Asya'daki topraklara gelmiştir. Bu algılama Ermeni sorununu yeniden harekete geçirir.
Ancak Balkanlardaki yenilginin ve Anadolu'ya akan göçmenlerin son derece önemli etkileri olmuştur. Osmanlı yönetimi, yani bu bağlamda özellikle İttihat ve Terakki, Osmanlılık politikasının, bir başka deyişle çok uluslu bir imparatorluğu ayakta tutma politikasının güdülemeyeceğini, Osmanlı'dan kopan ya da kopma eğiliminde olan diğer halklar gibi milli bir politika güdülmesi gerektiğini, güdülmezse topyekün yok olma tehlikesi ile karşı karşıya gelindiğini düşünmektedir. Bundan böyle Osmanlı devlet yönetimi bir Türk milli politikasının hizmetinde olacaktır ve bu politika, bu tarihten sonra Türk milletinin vatanı olarak algılanacak olan Anadolu üzerine yoğunlaşacaktır.
Öte yandan, 1912'nin son aylarından başlayarak Osmanlı-Ermeni kuruluşları Doğudaki altı vilayette özerklik istemektedirler. Osmanlı İmparatorluğu'nun çözülmesi sürecinde, bu özerkliğin bağımsızlığa giden yolun ilk kademesi olacağı herkesin malumudur. Rusya'nın baskısı ve dönemin altı büyük Avrupa devletinin katılımıyla özerklik projesi hazırlanıp Mart 1914'te Osmanlı hükümetine kabul ettirilir. Bu projeye göre altı vilayet birleştirilecek, Ermenilerin çoğunlukta olacağı bir vilayet meclisi kurulacak ve valinin yanında yabancı müfettişler bulunacaktır. Norveçli Müfettiş Hoff ve yardımcısı Hollandalı We.Stenenk Ağustos 1914'ün başında Erzurum'a gelmişlerdi.
Dönüm Noktası: Birinci Dünya Savaşı'nda Ermeni Sorunu
Bu durumda, Birinci Dünya Savaşı'nın başlaması ve Osmanlı devletinin savaşa katılması bu projeden kurtulmanın çaresi olarak görülmüştür. Ancak tehcir kararı île noktalanacak süreç ne zaman başlamıştır? Olaylara hukuksal açıdan bakan anlayış "kasıt" arayışında olduğu için bu nokta çok tartışmalıdır. Oysa tarih anlayışında anakronizmlere kaçmadan olayları ve süreçleri dikkatle incelemek gerekir. Teşkilatı Mahsusa'nın kurulması, Anadolu'nun gayri Müslim unsurlardan temizlenmesi projesinin başlangıcı olarak gösterilmektedir. Gerçekten de, Teşkilatı Mahsusa özellikle "iç düşmanlara" karşı kurulmuştur ve 1913'ten sonra Anadolu'daki gayri Müslim unsur İttihat ve Terakki'nin "iç düşman" tanımını karşılamaktadır. Bununla birlikte, 1913-1914'te genel bir etnik temizlik hareketinin düşünüldüğü pek inandırıcı değildir (Ege kıyılarında, özellikle Foça'da ve Doğu Trakya'da, Rum nüfusuna karşı yıldırma politikasına dayanan küçük çapta eylemler yapılmıştır). Bunun nedenleri de, o tarihlerde savaşın çıkıp çıkmayacağının, hangi tarihte çıkacağının ve Osmanlı devletinin hangi safta katılacağının belli olmamasıdır. Ayrıca savaşın çıktığı ilk aylarda, Avrupa da dahil olmak üzere savaşın kısa süreceği ve bu tarihte kaybeden tarafın barış isteyeceği kanaati yaygındı. Bu bağlamda, ancak uzun bir savaşın getirdiği tecrit koşulları içinde planlanabilecek bir tehcir ve yok etme politikasının 1914'ün sonundan önce düşünülmüş olması ihtimali azdır. Bununla birlikte, Bahaettin Şakir ya da Dr. Nazım gibi ittihat ve Terakki'nin bazı ideologları Anadolu'yu, "yabancı unsurlardan" kurtarma projeleri geliştirmiş olabilirler.
Burada da hukuksal anlayış "suç unsuru" oluşturacak belge arayışındadır. Böyle bir belgenin olmayışı ise, bir savunma ya da iddiaları çürütme anlayışı içinde algılanmaktadır. Oysa tarihsel anlayış bu doğrultuda değildir. Sorumlu ya da suçlu kişi, bu sorumluluğu ya da suçu kanıtlayacak ya da aksine hafifletecek unsurlar aranılacak yerde, olayların akışı gerçeklere mümkün olduğu araştırılmalıdır.
Ağustos 1914'te Avrupa'da savaş başladığında, Osmanlı yönetimi seferberlik ilan eder: Eçmiadzin Ermeni Katolikos'u ile Kafkasya çar naibi Osmanlı Ermenilerine Rus saflarında savaşmak için çağrıda bulunurlar. Topyekün seferberlik Osmanlı toplumu için yeni bir olaydır ve özellikle askerlik yapmaya alışmamış olan gayrimüslimler tarafından tepki ile karşılanır. 18931894 olaylarından bu yana devlete karşı tepkilerini sürdüren Ermenilerin yoğun olduğu dağlık bölgelerde, Haçin, Zeytun ve Sasun'da askerden kaçanlar çevre dağlarına sığınırlar.
Rus sınırına yakın olanların bir kısmı Daşnak yöneticilerinin yardımıyla da karşı tarafa kaçarlar ve Ruslar onlardan dört tane gönüllü tabur oluşturur. Bunlar, sayıları fazla olmamalarına rağmen öncü kuvvetler olarak önemli bir rol oynayacaklardır.
Onların dışında bir hareket yoktur. Ermenilerin yoğun olduğu kırsal bölgelerde ve kentlerde de Ermeni partilerinin örgütlenmesine rağmen bir isyan hareketi görülmez; bunun da esas nedeni Rusların kolayca bu yöreleri işgal edeceği inancıdır.
Kasım'da savaş başladığında Ruslar Osmanlı topraklarına önce dört Ermeni gönüllü taburunu sürerler. Bunlar özellikle sınıra yakın bulunan kendi köyleri çevresindeki Müslüman köylerine saldırırlar. Çoğu zaman da, seferber olmuş bu köylerin halkı askerden kaçarak kendi köylerini savunmaya gelirler. Bu durumda 1914-1915 kışında, Erzurum-Van arasındaki yöre oradaki Türk, Kürt ve Ermeni köylülerinin çatışma alanı haline gelir. Sarıkamış hareketinin başlaması ile Rus ordusu ile birlikte Ermeni gönüllüler geri çekilince, baskılara dayanamayan Ermeni köylülerin önemli bir kısmı Van'a sığınır ve oradaki Ermeni nüfusu artar.
Sarıkamış hareketinin arifesinde Osmanlı ordusunun Kafkasya'yı istilasından korkan Ruslar, İngiliz ve Fransızlardan, Osmanlı'ya karşı ikinci bir cephe açılmasını isterler, İngiliz Harbiye Bakanı Lord Kitchener, bunu, İngiliz himayesi altında bir Arap krallığı kurulması için fırsat olarak görür ve ikinci cephenin İskenderun körfezinde yapılacak bir çıkarma ile açılmasını önerir (Ocak 1915 başı). Bu proje tartışılırken Kitchener, söz konuşu çıkarma esnasında Kilikya bölgesinin dağlık yörelerindeki asker kaçağı Ermenilerin beşinci kol vazifesi görebileceklerini düşünür ve Kahire'deki Intelligence Service'in adamlarına bu konuda talimat gönderir. Onlar da Kahire'deki Ermenilerin aracılığıyla Haçin ve Zeytun Ermenilerine mektuplar gönderirler.
Mektuplar Osmanlı makamlarının eline geçer ve bu durumdan aynı zamanda haberdar olan Maraş ve yöresinin Müslüman eşrafı da endişelenir; onlar için tehlike oluşturan Zeytun ve çevresindeki Ermenilerin oradan uzaklaştırılmasını isterler. Böylece, Şubat 1915'te, daha bu konuda genel bir karar alınmadan ve büyük olasılıkla bir politika oluşturulmadan yerel tehcirler başlar. Ancak, tehcir edilenlerin nereye gönderileceği bilinmemektedir. Bağdat hattı trenlerine bindirilerek Anadolu'nun içerisine Konya'ya doğru yola çıkarılırlar.
O arada Londra'da, Fransızların ve Donanma Bakanı Churchill'in itirazıyla İskenderun çıkarmasından vazgeçilir ve Çanakkale operasyonu kararlaştırılır. Sarıkamış muharebesinde Osmanlı ordusunun yok olmasından sonra ise Ruslar karşı bir saldırıya hazırlanırlar, ancak başlarına aynı şeyin gelmemesi için baharı beklerler. Nisan ayında dört gönüllü Ermeni birliği Erivan'da toplanmış ve o kış Anadolu'dan Kafkasya'ya kaçan Ermenilerden bir beşinci birlik kurulmuştur. Bunlara verilen vazife Van'a karşı yürümektir. Bu saldırıyı desteklemek için de Van'da yoğunlaşmış olan Ermeniler Nisan'ın ortasında ayaklanır. Ayaklanma haberleri İstanbul'a vardığında tehcir kararı alınır.
Van ayaklanması daha önce planlanmış olan tehcirin bir bahanesi olarak algılanabilir. İstanbul yönetimi yakında patlayacak topyekün bir Ermeni ayaklanması ile karşı karşıya kalabileceğin! düşünmüş de olabilir. Çanakkale Savaşının en kritik dönemlerinde olunması, Doğudan Rus saldırışı başlamış olması bir panik havası estirmiş ve 'iç düşmana' karşı önlem alınması gerektiği de düşünülmüş olabilir.
24 Nisan öncesi ve sonrası tartışılırken iki tarafın yöntemleri farklıdır. Ermeni tarafı 24 Nisan öncesine ancak "kasıt" arama amacıyla bakar; 24 Nisan'ı getiren olaylardan ve özellikle 1912-1914 özerklik girişimlerinden söz etmez; ve 24 Nisan sonrasını tüm trajik ayrıntılarıyla göz önüne serer. Türk tarafı ise 24 Nisan sonrasını, bundan önceki olayların getirdiği kaçınılmam sonuç olarak algıladığından kısa geçer ve Ermeni misillemelerinin yoğunlaştığı 1917'den sonrasına atlar. Ancak, bazen de 1915-1917 ile 1917-1921 arası eşzamanlı imiş gibi gösterilerek tüm olaylar karşılıklı bir çatışma ortamı içinde takdim edilir.
Bunun için de bazı ipuçlarının verilmesi gerekir:
1. Sürgünler yalnız cephelere yakın bölgelerden değil, İstanbul ve İzmir dışında her yöreden yapılmıştır.
2. Sürgünlerin organizasyonu için ordu kullanılmamış, kısmen jandarma ve kısmen Teşkilatı Mahsusa'nın ve ittihat Terakki'nin örgütlediği yerel milis kuvvetleri kullanılmıştır.
3. Sürgünlerin yer değiştirme ya da yok etme amaçlı olup olmadığı ise tartışmanın odak noktasını oluşturur. Bu konuya giriş olarak, niyetin her aşamada ve her düzeyde aynı olmamış olabileceğim de düşünebiliriz.
Beckett Sendromu
Burada Beckett sendromu diye adlandırabileceğimiz bir örnekten söz etmek isterim, İngiltere kralı II. Henry, Canterbury Piskoposu Thomas Beckett'in muhalefetinden son derece rahatsız olup bir gün şövalyeleri ile yaptığı bir sohbette, "Beni bu adamdan kurtaracak kimse yok mu" der. Şövalyelerden biri de gidip Beckett'i öldürür. Olaydan sonra kral böyle bir şeyi kastetmediğin! söyler ve şövalyeyi cezalandırır. Bu olayın aynısı 20. yüzyıl İtalyası'nda faşist dönemin basında cereyan etmiştir. Sosyalist milletvekili Mateotti'nin muhalefetinden yakınan Mussolini'nin taraftarları bir komplo kurarak Mateotti'yi ortadan kaldırmıştır. Yakın tarihimizde Mustafa Suphi olayı da buna benzer. Mustafa Kemal, Kazım Karabekir'den, Mustafa Suphi'nin Ankara'ya gönderilmemesini ister; Kazım Karabekir, sınır dışı edilmek üzere Mustafa Suphi'yi Trabzon'a gönderir; oradakiler de onu ortadan kaldırmayı uygun görür. Böylece, Beckett sendromu fiilin niyeti aştığı bir süreç ya da niyetten fiile ve yukarıdan aşağıya doğru olgunlaşan bir süreç olarak ele alınabilir.
1914-1915 kışında yerleşen kanı bir vatanın iki talibi olamayacağı ve Ermenilerden kurtulmanın yolunun bulunması gereği, yani 'ya biz ya onlar' psikolojisidir. Bu "kurtulma"'nın yolları ise yerine ve koşullara göre uygulanmıştır.
Örneğin, olayların ayrıntısından anlaşıldığı kadarıyla, toplu öldürmeler özellikle cephelere yakın yörelerde olmuştur, Buralarda, yetişkin erkeklerin kaçıp düşmana sığınacağından korkulduğu için, bunlar kafileler yola çıkarıldıktan sonra peyderpey elenmiştir. Orta ve Batı Anadolu'da ise bu yöntemlere daha az başvurulmuştur.
Sonuç itibarıyla, büyük bir olasılıkla hayatım kaybedenlerin çoğunluğu sıcaktan, soğuktan, açlıktan, hastalıktan ölmüştür. Ancak, bu bir yan etki ya da beklenmedik bir sonuç olarak görülmemelidir. Normal şartlarda kendisin! ancak doyurabilen Anadolu'da erkek nüfusunun en büyük bölüntünün seferber olduğu bir dönemde, milyonu aşan bir kitlenin yollara dökülmesinin böyle bir sonucu vereceği önceden belli idi; ve tehcir kararı alınır alınmaz, taşradaki Avusturya ve Alman konsolosları bunun böyle olacağım özellikle belirtmişlerdi.
Aynı biçimde, mobilitesi az olan geleneksel toplumlarda, zoraki bir yer değiştirmenin zayiatının çok yüksek olduğu biliniyor. 1944'te vagonlara doldurulup Sibirya'ya sürülen Çeçen ve İnguşlarda, hiçbir toplu öldürme söz konuşu olmamasına rağmen, sürgün esnasında ve onu izleyen ilk yıllarda zayiat %40'ı bulmuştur. Bu durumda, örneğin, İzmit yöresinden kadını, çocuğu ve yaşlısı ile Suriye'nin çölündeki Deir ez-Zor'a yaya olarak götürülen toplumun yoldaki zayiatı anlaşılabilir.
Ayrıca, sürgün yolundaki olayları ve kayıpları anlamak için böyle olağanüstü durumlarda toplum psikolojisini ve tepkilerin! yakından incelemek gerekir. Toplumun bir bölümü yönetimin korumasından yoksun kalınca; toplumun geri kalanının gözünde 'malı helal olunca'; hatta sürgün koşulları altında düzenli şuurlu bir birim olmaktan çıkınca; kısacası, insanlıktan çıkınca her türlü saldırıya açık olur. Böylece, giderek insanlıktan çıkmış olan bu kafileler yolda da giderek erir. Burada acımasızlık ve acıma birbirine karışır; bazen sebepsiz, artık insandan sayılmadığı için yok edilen kişilerin çocukları alınıp büyütülür. Bir yerden sonra, olayları tam anlamıyla kavramak için tarihten toplumların şuuraltılarım inceleyen bilimlere geçmek gerekir.
Kaç Kişi Öldü?
Toplam kayıp sayışma gelince, benim şu anda yapabildiğim tahmin 600-800.000 arasıdır. Bunu, 1914'teki Ermeni nüfusunu 1,5 milyona yakın olarak hesaplamakla buluyorum. Ermeni kaynakları tarafından verilen 2,5 milyon nüfus açıkça abartılıdır; ancak, son dönem Osmanlı nüfus sayımının yayınlanmış rakamlarında bu nüfusu aşağı çekme girişimleri de olabilir.
Ermeni misillemelerine gelince: Bunlar büyük çapta 1915 yazında Rus ordularının Van gölü yöresini işgal etmesiyle başlar, 1916'da Van-Muş-Bitlis arasında ve Erzurum-Erzincan arasında devam eder.
Son safhası ise 1917 sonu 1918 basında Rus ordularının çözülmesi ve Anadolu'yu boşaltması dönemindedir. Bu tarihlerde Rus işgal bölgesinden kaçamayan Müslüman nüfusun büyük kısmı öldürülmüştür. Bu dönemde o yörelerde bulunan yabancı gazeteciler oraların tümüyle boşalmış olduğunu yazarlar.
Çok genel çizgilerin; vermeye çalıştığım tarihten günümüze gelince: Bugün tartışma 'soykırım' kavramı üzerine kilitleniyor. Oysa soykırım, özellikle günümüzde, dünya kamuoyundaki algılamalarıyla çok muğlak bir terim haline gelmiştir, ikinci Dünya Savaşından sonra icat edilen ve 1948'de Birleşmiş Milletler tarafından tescil edilen 'soykırım' terimi doğrudan Nazi Almanyası tarafından yürütülen Yahudi soykırımı örneği üzerinde kurulmuştur. Bunun ise Ermeni olayları ile bir tutulamayacağı açıktır. Ancak, zamanla kavram genişletilmekte ve göreceleştirilmektedir. 2 Ağustos 2001 tarihinde Sırp general Radislav Krstiç, Serebrenica da katledilen 7.500 kişinin sorumlusu olarak Uluslararası Ceza Mahkemesi tarafından 'soykırım' suçlamasıyla 46 yıl hapse mahkum edilmiştir. Oysa Serebrenica olayı iç savaş kapsamında meydana gelen bir olaydır ve 1915 olayları ile karşılaştırmalara çok daha açıktır. Azerbaycan hükümetinin 1993'te 600 küsur kişinin ölümüne yol açan Hocali katliamının 'soykırım' olarak kabul edilmesi talebi bu kavramdaki gelişmelerin başka bir örneğidir.
Bundan Sonra Neler Yapılmalı?
Buradan, yukarıda ısrarla söylediğim gibi, hukuksal görüşlerle bir yere varmanın mümkün olmadığı anlaşılır. Yapılacak ilk şey, olayların hukuksal kaygılardan uzak, tam olarak tarihinin yazılmasıdır. Ancak bunun bazı koşulları vardır.
1. Böyle bir tarih bir kişi tarafından yazılamaz. Çünkü bu kişi ne kadar bilgili ve saygın olursa olsun, iyi niyetli ya da kötü niyetli eleştirilere dayanamayacak, en azından cabası boşa gidecektir. Bu işi, herkesin kendi yazdığı bölümünün ve çalışmanın tümünün sorumluluğunu alacak 810 kişilik bir grup üstlenmelidir.
2. Bu tarih, bir uzlaşmanın sonucu olmayacaktır; bu durumda da bir ortak Türk-Ermeni heyeti tarafından yazılmayacaktır. En doğru yol Türkiyeli tarihçiler tarafından yazılmasıdır; çünkü buna katılan her yabancı 'dost-düşman' açısından değerlendirilecektir.
3. Böyle bir girişim tümüyle özel olmalıdır. Doğrudan ya da dolayısıyla hiçbir resmî kuruluşun katkısı, yardımı, ilgisi olmamalıdır. Hatta buna bir fon bulunması bile gerekli değildir. Akademik çalışmalar genellikle ek fon olmadan yürütülür, yayınevlerinin verdiği telif haklarıyla yetinilir.
4. Bu çalışma hukuksal kaygılardan tümüyle arındırılmış olmalı, ne bir savcı iddianamesi ne de bir avukat savunması izlerini taşımalıdır. Amaç tüm gerçekleri en doğru biçimde göz önüne sermek, tüm sorunları tartışmaya açmaktır. Ancak bu şekilde bir amacı olabilir. Yoksa, binlerce suçlama ve savunma tipinde yazılmış kitaplara bir yenisi eklenmiş olacaktır.
5. Bu çalışmanın ilk amacı dünya kamuoyunu etkilemek hatta aydınlatmak değil, Türkiye toplumunu kendi geçmişi ile barıştırmak olacaktır. Gerçek amacın ve doğru yolun, tarihimizin karanlık sayfalarım unutmak değil, aksine öğrenmek, nedenleri ve sonuçlarıyla kavramak ve geçmişin yükünden kurtulup geleceğe yönelmek olduğunu anlatmaktır. Ancak bu amaca ulaştığı sürece böyle bir çalışma dünya kamuoyunda saygınlık kazanabilecektir. Onun için Türkçe yazılacak, Türkiye'de bir özel yayınevi tarafından yayınlanacak ve yabancı yayınevleri çeviri haklarım almak isterlerse alacaklardır.
Böyle bir çalışmanın hukuksal tartışmaya zararı olmaz. Özel bir girişim olacağı için resmi görüşleri bağlamaz, ancak resmi görüşler bu çalışmadan istedikleri zaman ve istedikleri ölçüde faydalanabilecekleri için onlara daha büyük bir manevra imkanı verir. Ve zamanla bu bilgilerin Türk ve yabancı kamuoyları tarafından benimsenmesiyle yol alınmış olur. (SY/NM)
* Prof. Dr. K Stefanos Yerasimos'un bu konuşma metni Tarih Vakfı'nın yayımladığı Toplumsal Tarih Dergisi'nin, Eylül 2002 tarihli 105. sayısında çıktı. Dr.