Filmi izlemiş olanlarınız var; işte o kasabanın daha tepelik, daha yeşil, biraz daha kalabalık bir benzerinden döndüm evime. Mecburi hizmet için bulunduğum o kasabadaki öykümü yazmak için kim bilir kaç kez oturdum kağıt kalem başına, kaç kez nereden ve nasıl başlasam diye uzun ve ağır yürüyüşlere çıktım ve bu oturuş ve yürüyüşler boyunca da kim bilir kaç kez yaşadım aynı öyküyü başka bir yerinden yada bazen başka birinin gözünden...
Ama o öyküdeki ruh her seferinde aynıydı. Yazamadım. Göstermedikçe ve hatta kendime bile yeniden izletmedikçe eksik kalacaktı sanki. Zaten anlamıyordu da kimsecikler, evimi paylaştığım sevgilim bile başka bir şey konuşmamamıza rağmen anlamıyor, hayal edemiyordu...
Bir başka şey eksik kalıyordu anlatılarda, yazılarda, fotoğraflarda. İşte o eksik kalan şeye kasaba ruhu diyeceğim. Nuri Bilge Ceylan o ruhu böylesine hakim vaziyette tüm filmine yaymış ve tüm karakterleri o ruh ile var etmiş olduğundan işim öyle kolay ki, öyle müteşekkirim ki kendisine...
Benim öykümdekilerin adları başka; polis Necmi, polis Ahmet, savcı Murat Bey, Süleyman Bey, Cemile Hanım, başhekim Murat Bey, belediye başkanı Murat Bey (ne çok murat etmiş analar), Muhtar Efendi (adı her neyse, onlar değişse de hep Muhtar Efendi...), muhtarın oğulları, başhekim yardımcısı bilmem kim Bey, İmam Efendi, okul müdürü bey, jandarma üsteğmen bilmem kim Komutan ve erleri, ilçeden çıkıp da milletvekili olmuş Şaban Bey ve ondan çok milletvekili olan sülalesi, eczacı Ali Bey...
Bense okuldan yeni mezun, Ankara'da doğmuş büyümüş (ama nüfus memuru yazmış hüviyete yolunu izini bile bilmediğim başka bir il, başka bir ilçe ve bir köy), Eskişehir'de okumuş, İstanbul'da, İzmir'de tatiller yapmış, okumuş etmiş bir ailenin okuduğu ettiği için "göz bebeği" olan çocuğu, toy bir hekim.
Sözüm ona idealist, kadın-erkek ayrımından hiç payelenmemiş, kitaplar kitaplar kitaplar okumuş, o festivalden bu festivale koşturmuş, dini, baskıyı, zulmü, haksızlığı, gericiliği haberlerden izleyip gazetelerden okuyup da sevmemiş, dolu mu dolu bir genç kadın...
Görev yerimi ilk öğrendiğim anı anımsıyorum, internetten bakmıştım köye ve ilçeye. Yemyeşil, meyveleriyle ünlü, ortasından memleketin en gür ırmaklarından biri geçen, o ırmağın da üstünden geçen tarihi bir köprüsü olan şirin mi şirin fotoğraflarıyla tanıtılıyordu belde. Çok heyecanlanmıştım şehrin "itinayla" kurulu yapılılığından doğanın ortasında "rastgele" kurulmuş olan bir ilçeye gideceğim için. Sanki bu itinalı ve rastgele kurulmuş olma halinden doğan koca bir fark bekliyordu beni; öyle ki bu fark topluma da sızmış ve rastgele kurulmuş olan beldenin insanları böylece daha çok insan kalabilmişlerdi. 24 yaşımdaydım. Hemen hemen iki yıl kaldım orada.
Köye ilk gittiğim gün, güneşli ama soğuk bir kış günü, arabanın camını açıp, geçtiğim yolların kenarlarındaki harika meyve bahçeleri ve muhteşem dağ havasını içime içime çektiğimi anımsıyorum. O iç çekişi fazlasıyla anımsıyorum çünkü yeni başlamakta olan öykümün ilk kokusu olduğunu biliyordum. O koku o ruhun "parfümüydü" işte. O kokuyu ve camdan bakan o halimi hiç unutmuyorum. Kız kardeşimi düşünüyorum; onu o vaziyette görsem camı kapatır, arabaya da U çektirir miydim acaba sorusunu yanıtlayamıyorum.
Köy sağlık ocağı pek çoğuna göre oldukça büyüktü, büyük bir bahçesi vardı, solunda köyün camisi ile komşuydu, soba yakılıyordu ocakta. Ben hayatımda hiç sobalı evde yaşamamıştım, çok tatlı gelmişti o soba; o tatlılık oryantalist hazzın bir benzeriydi adeta, sobalı bir ocakta çalışmaya başlayan o zamanki ben için.
Beni Cemile Hanım karşıladı, köyün ebesi ve polis Ahmet Bey'in eşi. Türbanlı idi. Oysa yasal değildi türbanlı çalışmak, yine o zamanki ben için kimin ne giydiği umurumda değildi ancak kamu çalışanlarının türban takması yasalara aykırı ve ben de oranın idari amiri idim.
Cemile Hanım ile bu konuyu konuştum ve Cemile garip bir kahkaha atarak "Sen rahat ol, senin başına bu konularla ilgili sıkıntı çıkaran her kim olursa karşısında bizi bulur!".
İyi ama, o "biz" kimdi? Yasalar vardı. Ben idari amir, o ebe idi, benim de amirlerim vardı. Diğerleri kimdi? O an görünenden ve işleyenden başka, yabancıdan gizlenen, ama sıkı sıkıya korunan başka şeylerin ilkiyle tanışmış oldum. Ve ben yabancıydım.
Bu yabancıyı merak eden bir topluluğun olduğunu anlamam uzun sürmedi. Sanki kapalı her pencerenin ardından, arkası dönük kahve sakinlerinin gözlerinin ucuyla, camiden çıkan cemaatin gözlerinin ucuyla, top oynayan çocukların dik bakışlarıyla,... izleniyordum. Ama bu merak hiç de tek taraflı değildi. Ben de en az onların beni merak ettiği kadar onları merak ediyordum.
Her ikisine de "merak" demek ne kadar doğru bilemiyorum. Benim merakımdaki öğrenme ve bilme çabasının onlarda olmadığı kesindi. Onlara benim bilgimi yargılamak için gerekliydi, bense tüm açık yürekliliğimle söylüyorum, onlardan öğrenmem gereken çok şey olduğunu hissediyordum.
Hayalimdeki kasaba ruhunun yalan bir saflığa sahip olduğunu öğrenmek de çok uzun sürmedi ve acı verdi. Evet, acı çektim. Orada zaman çok uzun geçer, koşturmaca yoktur çünkü, insan vardır en çok. Trafik, faturalar, doğum günü, alışveriş, televizyon, internet, ödev, okul hiçbiri insandan çok değildir. Her şey insan boyundadır, insanın boyunu aşan binalar yoktur.
İnsan insanla baş başadır ve bu baş başalığı öyle çetrefillenmiştir ki işte kasaba ruhunun en temel yapıtaşı budur. Herkes birbiriyle akla hayale sığmayacak denli küçük hesaplarla uğraşır. Bu uğraş öyle meşrudur ki, sebepsizce adam da öldürtür, sebepsizce adam da yüceltir. Bu uğraşın en güçlü silahı dindir.
Din öyle evirilip çevrilir ki, "dini bilginin azlığı şüphesi" ile "inançsızlığın yerini bıraktığı aklının almayışı" arasında kalırsın, evet kalırsın. İşte bu arada kalışı yaşamışsan bir kez, evet o kasaba ruhu girmiştir artık içine. O toy merakınla açmış tüm kapılarını ve merak ede ede almışsındır o ruhu içine de haberin olmaz. Ta ki rezil bir çelişkinin ortasında ilk kez bulana dek kendini.
O çelişkiler yakanı bırakmaz artık, artık yapacak iki şey vardır senin için; ya o ruh ile birlikte yaşayacak ya da reddedeceksindir. Bu kolay iki seçeneği sunar müthiş aklın sana ama ikisini de beceremez haldesindir. "Ben senin yaşında olsam bir dakika durmam, çeker giderim" diyen polis memuruna "İyi de nereye?" cevabını veren doktor işte ikisini de becerememiş halde, gidecek yeri de kalmayan, Araf'ına da sığamayan yalnızlığındadır artık.
Kasaba ruhu içinize girer, zaten her taraftan kuşatılmışsınızdır onunla ve şehirden uzak bir gerçeklik içinde gündelik hayat akıp giderken, unutturur size soruları, sorunları. Sanki her soru ve sorun şehirde kalmıştır, zaman da sanki yavaş geçtiğinden hakikaten öyle yaşarsınız. Şehirlisinizdir, ama her soru, her çelişki, her sorun ve her şeyinizle siz sanki şehirde kalmışsınızdır.
Şehirli hissetmez, şehirli gibi düşünemezsiniz artık; öyle düşünmek için çaba harcarsınız (örneğin haberleri izlerken) ya da bir işkence raporu tutarsınız bir isyan ile adeta, "Örtbas etmiyorum işte, kanun nizam var bu memlekette" diyen şehirli damarınız tutar arada. Ama siz onu yüce adalete ve hukuka sunduğunuzu zannederken çok geçmeden kasaba ruhu anımsatır size, adı rapor olan o kağıt parçasında ne yazarsa yazsın, onu sunduğunuz kişi o "bildik" savcıdır. O ruhun en manidar bedeni olan (kim bilir belki de eski şehirlilerdendi), beldenin görünüşte en saygın ama kişiliği en "kaygan" adamına göndermişsinizdir, "Bu insana işkence edilmiş hapishanede, ölüm tehlikesi de var, bunu yapanlardan hesap sorulmalı" özetindeki adli rapor kağıt parçasını.
Hareket etsem mi etmesem mi diye düşünmez de olursunuz kısa süre içinde; çelişkiler yakanızı bıraktığından değil. Artık çelişkileriniz ile birlikte içinize kapandığınız için. Çok içe kapanık bir insan olursunuz, doktorun sevgilisiyle şarap içerken çekilen o fotoğraflar evet artık çekmecelerde, küçük siyah kutularda, bilgisayarın zamanında özenle hazırlanmış "aşkım meşkim" klasörlerinde kalmıştır artık.
Sevemezsiniz. Aşık olamazsınız; aşık gelmişsinizdir belki de buraya ben gibi de, aşık kalamazsınız. Kimseler de anlamaz sizi, sevgili anlamaz; niye eskisi gibi ışıldamaz gözleriniz ona dokunurken. Düzeltmek için harcadığınız çabanın yalan olduğunu anlar ama, çünkü gerçekliğinizde yoktur, kalmamıştır ki artık böyle yumuşacık yaşantılar; umar ama bir gün tekrar buluşursunuz kendinizle. Siz de umarsınız, çoğu zaman sadece umarsınız. Hareket etmezsiniz hala. İçinizde çelişkiler, içinizde kuşatılmışlık, dışınızda suratsız suratınız, hiçbir şeye ayak uyduramaz olursunuz.
İçtiğiniz şarabın tadında, girdiğiniz denizin güzelliğinde olamazsınız, komik şeylere gülemezsiniz. Güldüklerinizde bile rahatsızlık vardır da ona gülüyorsunuzdur artık. Gezemezsiniz, eş dostla gidilir ya hani gezmelere; artık siz Sapanca'nın kıyısında demli bir çay bile içemezsiniz, çünkü bilirsiniz ki dibi yüzlerce ceset dolu.
Bilmem nerenin meşhur türküsüymüş! Oralılar çoktan unutmuş o türküleri be! Öfke kaplamaya başlar artık her yanınızı, o merakla kucakladığınız ruh en büyük düşmanınızdır artık.
İşte hayati bir kavga sizi beklemektedir artık: Ya o ruhu hakkıyla kovacaksınız içinizden (dışarıdakine "tek başınıza" hiçbir şey yapamayacağınızı yüksek şehirli egonuza kabul ettirerek) ve yara berelerinizle kuracaksınız yeniden ve yeniden kendinizi (ama bilerek, artık eskisi gibi olamayacaksınız), ya da esiri olacaksınız onun ve vazgeçeceksiniz onu tek başınıza dönüştürme merakınızdan (yine yüksek şehirli egonuza kabul ettirerek).
İşte ben bu kavgadan tüm kemiklerim kırılmış vaziyette çıktım; ama çıktım! Filmdeki o doktor gibi kendi adaletimi yaratarak kalamadım ben, onu içimden kovdum ama gezinirken açtığı her yol oyuk oyuk içimde.
Soruyorlar nerelisin diye ya, oralıyım diyeceğim diyemem, buralıyım diyeceğim diyemem. Ama en çok oralıyım çünkü en çok orayla seviştim, en çok orayla didiştim ve en çok orada öğrendim; her ne kadar öğrendiğim hiçbir şey "güzel" olmasa da. Kişilere kızmaktan, sözde yüce adaletten, sözde insan hakkından vazgeçtim; ne vazgeçmesi be, elimin tersiyle ittim.
İmamla da savcıyla da baş doktorla da didişmedim daha da, ama ne zaman ki Zaza'yı* getirdiler o zaman yıktım ortalığı, bağıra çağıra anlattım gerçek adaletsizliği tanıştığımız herkese, işte o zaman da anladılar ne dediğimi neye çattığımı esasında.
Filmdekilerin adeta kopyası olan anılarımdan da, filmin muhteşem fotoğraflarının ardındaki derin mi derin tasvirden de bahsetmeyeceğim hiç.
Ben döndüm şehre. Kiminizle tanışıyoruz, işte sohbet ediyoruz, bir şeyler içiyoruz, arada konser falan...
Ben bir acaip yerdeyim, üzgünüm, sevgilim (üzülerek eski sıfatını ekleyeyim) anlardı yanında olsam da olmadığımı aslında, size çaktırmamayı becerdim bir şekilde.
Ama hala içtiğimiz şarabın, yaptığımız makyajın, güzel şarkıların tadında değilim.
Çocukluğunda saklambaçlarda, kovalamacalarda, ama en çok da kavgalarda sütten olan ve hep de sütten kalmış bebelerin korunaklı mekanı olan akademinin koridorlarında dolanırken de orada değilim (hatta orası en az olduğum yer sanırım).
Yo, hiç de tükenmiş falan sanmayın. Bazen gitmek daha anlamlıdır ya hani, işte o yüzden gittim oradan ve o anlamın peşinde geldim şehre. Yeni ve daha büyük, hatta daha anlamlı ve kesinlikle doğurgan bir kavga vermeye. İçimde kasaba ruhunun kovukları, dışımda ama daha çok gülen bir surat. Çünkü neşe en büyük güç kavgada.
O yüzden hiç sütten olmadım ben, hele de hiç olmam artık. O yüzden teşekkürler Nuri Bilge'ye, o yüzden de herkese anlatıyorum anlatacağım da öykümü. Kasabanın ruhu evet daha tutucu, daha acımasız, daha çetrefilli belki; ama şehirdeki kuşatılmışlık kadar canavarca olmaması işte o rastgelelik ve itina ayrımında.
Burada sistematik, itinalı ve tıkır tıkır işleyen "düzen" içinde akıp giden, hepimizi ayrı ayrı ve hep birlikte yabancılaştıran şeye "ruh" bile diyemeyeceğim, sözcüğün dilimizdeki naif kullanımı yüzünden. Kasabada çok olan her şey burada farklı bir varoluş alanı bulurken kendine, kuşandığı silahları gerçek anlamda daha öldürücü.
Orada o ruh bir kişiyi, üç kişiyi, on kişi katledip gömerken soğuk toprağa diri diri; burada hepimiz sormalıyız kendimize ne kadar yaşadığımızı ve yerin kaç kat dibine ne kadar gömüldüğümüzü toplu mezarlar içine. Kasaba güzellemesi hiç değil niyetim; "gerçekliğin" başka dinamiklerle başka şeyler yapıyor oluşu hepimize.
Ve başka yerlerde olanlar canınızı nasıl yakmaz, nasıl acı çektirmez ona şaşıyorum. Öyle ya, film işte. Hikayeler de hep başkalarının hikayesi zaten; bilmiyorum ki aynı gezegende nasıl yaşıyoruz hep birlikte...
* Beşinci şarkım (Zaza'ya)
O meşhur yirmi yedinci yaşındaydı Zaza.
Kasları spordan değil;
Amelelikten.
Çocuğu değil de, karısı vardı.
Ve evine azıcık ekmek sokmak için,
Sevdiklerine emanet bırakıp karısını,
Kalktı Gürcistan'dan geldi Taraklı'ya ağaç kesmeye;
Ayda 300 ağacı 300 liraya kesmeye.
Bir tır tankında bir köşe gösterdiler,
Dediler "Yatağın burası,
Şuradaki testere ve baltayla da
Keseceksin köknarları."
Zaza kanadı, Zaza terledi.
Testereyi kökledi durdu köknara.
Biriktirdi liraları,
Evine götürecekti ya...
Sonra bir sabah ambulanstan aradılar beni,
"Hocam ağır hasta getiriyoruz,
Hazır et servisini."
Zaza'yı getirdiler, dediler "Kalas düşmüş başına,
Gören duyan yok, bulduk dere kenarında."
Boynu kırık, kafası dağınıktı Zaza'nın.
Ben onu kalbi atarken görmedim hiç;
Ben ölü bilirim Zaza'yı.
Müdahale odasından çıktım dışarı;
Öyle ya, kefenlenecekti Zaza.
İki Laz kardeş, Zaza'nın patronları,
En çok akranlar Zaza'yla,
"Zaza öldü" dedim, biri vurdu başını duvara,
(Babası ölse böyle ağlamaz)
"Bittik biz lan" diye başladı ağlamaya.
Kardeşi durdurmaya çabaladı,
"Tamam abi, hallederiz abi."
Hem kanun nizam, hem hükümet gibi babaları,
Hepsine hazırız dercesine sarıldı iki kardeş,
Sımsıkı.
Zaza ölürse ölsün de, onlara bir bok olmayaydı.
Sonra jandarma üsteğmen bir adım ardındaki
İki eri ile girdi koridordan,
Sert ve keskin adımlarla.
Zaza'nın kimliğini, olayın oluşunu sordular.
Patron kardeşler gerildiler, bunaldılar.
Sonra devlet plakalı şoförlü arabadan savcı indi
Girdi içeri, dedik "Zaza morgda."
Savcı "cesede" gitti morga.
Bir Zaza vardı; "gerçekten."
Gerçek bir "şey" için evinden ayrılan,
Kanayan, terleyen, yaşayan
Gerçekten bir Zaza vardı aralarında,
Öldü o da.
Jandarma üsteğmen patron kardeşlere
"Siz benimle gelin" dedi.
Savcı Zaza'nın ölüm raporunu istedi.
Herkes gitti.
Zaza hala hepsinden gerçek;
Buz kesmiştir artık morgda,
Evine götürülecekti...
** Hande Arpat, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Etik Anabilim Dalı doktora öğrencisi. "Sağlıkta Dönüşüm Politikaları ve Tıp Etiği: Değişen Değerler" üzerine çalışıyor.