Toplum, birey, devlet, siyaset, din üzerine bir yığın teorik tezler var. Toplum dediğimiz bu çok katmanlı, çok yönlü, girift ilişkilerden oluşmuş yapıların gerek tarihsel dönemlere göre gerekse günümüzde anlaşılması, açıklanması, toplumbilimleri başlığı altında toplanan çok sayıda disiplinin konusudur.
Böyle olmakla birlikte tarihi seyri içerisinde dönemlerine göre insanı, toplumu, sistemi anlamada edebiyatın da büyük katkısı bulunur. Örneğin 19. yy. Rusya’sının edebiyatı, bunun tipik örneklerindendir. Hatırladığım kadarıyla Marx’a yazdığı bir mektupta Engels şöyle der: “Fransa’yı anlamak için binlerce sayfa istatistik okuyacağıma Balzac okumayı tercih ederim.”
Edebiyatın bir türü olan biyografiler, anılar, atasözleri ve terimler sözlüğü, mizah, fıkra masallar bile, ilgili topluma dair bize epeyi bilgiler, ipuçları sunar. Anekdotların da küçük de olsa, böylesine katkılar sunduğu kanısındayım.
Günümüz Türkiye’sinde Batı’ya, Batı özelinde Almanya’ya ve bütün bunların bir toplamı olarak ‘gâvur’ gördüklerine nasıl bakılıyor? Bu bakış, İslam dünyasının kendi sorunlarının nedeni olarak Haçlı seferlerini gösteren paranoyak düşüncelerle sınırlı değil. Bununla birlikte devletin 20. yüzyılın başından beri devam ettirdiği milliyetçiliğin, faydalandığı ölçüde ideolojisi haline gelen Türk-İslam sentezi gibi görüşlerin devlet desteğiyle topluma enjekte edilmesi ve bunun gelenekle desteklenmesi sonucunda toplumda genel olarak bir zihinsel çarpıklık ve sığlık yaygınlaştı.
Devletin başat bir rol oynadığı bu zihinsel yapı, kişinin dünyayla kurduğu ilişkiyi belirliyor. Bu gerçekliğin toplumsal boyuttaki (siyaset, devlet, eğitim vb.) ilişkileri ve etkileşimleri üzerine binlerce sayfa yazılabilir, yazılanlar da var.
Toplumumuzu anlamakta yardımcı olacak biri kendime, diğeri de Prof. Ahmet Arslan’a ait iki anekdot aktaracağım. Belirtmeliyim ki bu her iki anekdota benzer, aynı konularda binlercesi vardır. Dolayısıyla önemli olan bunların orijinal olup olmaması değil, toplum yapımıza dair bir önem arz etmeleridir.
“Yahu hemşerim, hiç karılarını kıskanmıyorlar be!”
Geçen yıl Geyikli tarafında tatildeydim. Sabah erkenden denize girdim, çıkıp kumsala uzandım. Kumsalda benden başka kimse yok, zaten küçük bir yer. Kısa bir süre sonra yanı başımda peydahlanan birisi “Yokarıdaki deniz daha temiz, daha iyi” dedi.
Kafamı kaldırdığımda başımda dikilen 65 yaşlarında birini gördüm. “Yokarıda” demesi dikkatimi çektiği için, dedim ki, “Sen Sivaslı mısın?”
“Niye ki?” dedi.
“Sivaslılar yukarı yerine yokarı derler de” dedim.
Uzun bir haaaaa çektikten sonra “Ben Yozgatlıyım” dedi.
Başladı anlatmaya. Almanya’dan emekli olmuş. Çocuklarının Almanya’da işi varmış. Yazları 2-3 ay Türkiye’ye geliyormuş. Yozgat’ta bir evi, Ankara’da kiralık iki evi, bir de yazlığı varmış. Gelirinin iyi olduğunu, gül gibi geçinip gittiğini anlattı.
“YİMPAŞ’a para kaptırdın mı?” dedim.
“Ben deli miyim, onlara zırnık vermedim. Camilerden çıkmazlar, hep anlatır, para toplarlardı. Benim bacanağım varını yoğunu verdi. Ulan oğlum sen deli misin, sakın bunlara para verme dedimse de dinletemedim. Elindeki, avcundakini verdi, şimdi de sürünüyor” dedi.
Ayakta dikilerek anlatmaya devam etti.
Almanya’da çalışma koşulları ağırmış ama temiz ve disiplinlermiş. Kesinlikle hakkını yemezler, hak ettiğin her kuruşu sonuna kadar verirlermiş. Dürüstlermiş. Sigorta sistemleri çok iyiymiş, Türkiye’ye dönmezmiş, işte böyle yazları gelip gezermiş, Almanya’da yaşamak hem güvenliymiş hem de orada insana insan gibi davranılıyormuş vb.
Irkçılık, Neonaziler dediğimde de “evet, öyle kötü durumlarda var ama yaygın değil” dedi.
Bu plaj komşum Yozgatlı bana Almanya’yı ve Alman insanını övdü.
Fakat bir şeyleri çok kötü deyince, bu kadar övgüden sonra ne diyecek diye merakla yüzüne baktım.
“Yahu hemşerim, hiç karılarını kıskanmıyorlar be!” dedi.
“Neden?” dedim.
“Domuz eti yiyorlar da ondan” dedi!
Bir şey söylemeden kalkıp denize yürüdüm. Ona en iyi cevabın bu olacağını, çünkü ona artık bir şey anlatmanın pek yararının olmayacağını düşündüm.
“Ama ne yapalım ki onlar gene de gâvur”
“Bir Ömür Düşünmek” adlı söyleşi kitabında felsefeci Prof. Ahmet Arslan da öfkelendiği bir olayı anlatıyor. Uzun yıllar Almanya’da işçi olarak çalışmış ve sonra Türkiye’ye kesin dönüş yapmış bir yakınını Urfa’da ziyarete gidiyor.
Adam Almanya hatıralarını anlatmaya başlıyor. “Almanya’ya ilk gittikleri zaman karısı ağır hastalanmış ve uzun süre bir hastanede yatmak zorunda kalmış. Evde farklı yaşlarda bakıma muhtaç dört beş çocuğu vardı. Gündüzleri işte çalıştığı için onlara ilgilenmiyordu. Yaşadığı köyde bunu gören Almanlar aileye acımışlar ve köy papazının liderliğinde bir yardım kampanyası başlatmışlar. Evlerini derlemişler toplamışlar, gerekli eşya, mobilya almışlar, bir bakıcı kadın tutmuşlar, çocukların beslenmesi, okula gitmeleri, ödevleri konusunda kendilerine yardımcı olmuşlardı. Sözünü ettiğim kişi bana bunları uzun uzun anlattıktan sonra durdu ve ben kendisinden ‘Gördün mü Ahmet Bey, bizim bu Almanlar hakkında duyduğumuz o kulaktan dolma şeyler ne kadar yanlışmış; onlar da bizim gibi insan, hatta bizden daha fazla insanmışlar. Bak bize ne iyilikler yaptılar’ tarzında bir cümle beklerken ‘ama ne yapalım ki onlar gene de gâvur’ tarzında bir şeyler söyledi. Çocukluğumda sokak ortasında kafası ezilerek öldürülmüş olan kedimi gördüğüm anki kadar kendimi çaresiz hissettim.” (Ahmet Arslan, Bir Ömür Düşünmek, syf. 167-168, Eksikitaplar)
Bu iki anekdotun genelle ve teoriyle ilişkisini Arslan’ın şu sözleriyle kurabiliriz: “Çünkü bu bizim dünyayla nasıl ilişki kurduğumuzla, başka toplumları, milletleri nasıl gördüğümüzle, genel olarak insan türüne nasıl baktığımızla ve yine bir bütün olarak insanlıktan ne tür bir şeyi anladığımızla ilgili bir şeydi.” (age. Syf.168)
İdeolojilerin, dinlerin, geleneklerin insanı ne denli etkin bir kuşatmaya ve bir yanıyla körleşmeye tabi tuttuğunun küçük bir hikâyesi. Özellikle dinin ve geleneğin kuşatılmışlığında insanın ve toplumun bugünden yarına değişmesini beklemenin ne denli yanıltıcı olduğunun tarihte birçok örneği de görüldü. Ayrıca bunlar Marksist toplum tahlilindeki altyapı-üstyapı ilişkisi üzerinde doğrusal ya da paralel (Marx her ne kadar üst yapının da alt yapıyı etkilediğini söylemiş olsa da) bir işleyişin olmadığını ve üzerinde yeniden düşünmeyi gerektiren örnekleri oluşturmakta. Bu ve benzer anekdotlar, kimliklerine hapsolmuş topluluklardan oluşan toplumumuzda yerel ile evrenselin buluşmasının, bir başka anlamda demokrasinin inşasının önünde ne büyük engeller olduğunun resmidir.
Bütün bunlardan bir umutsuzluk, karamsarlık sonucu çıkarılmamalı. Toplumdaki değişimlerin yavaş, zorlu ve zaman zaman sancılı olduğunu ifade etmeye çalıştım. Demokratikleşme, sabırlı ve istikrarlı bir mücadeleyi gerekli kılıyor. (HŞ/AS)