İnsanlığımdan geri ne kaldı, bilmiyorum. Bir kez daha, hep birlikte “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” sabahlarına uyandığımız, sayısız günlerden geçiyoruz. Gelecek güzel günlere dair umutlarımız, enkazlar altında, molozlar altında kalıyor tekrar tekrar.
Sabahlar olup kalkınca, ilk işimiz haberlere bakmak oluyor. Akşamdan gözaltına alınanlardan kaçı bırakıldı, kaçı hapse girdi bilançosu yapacağız günlük. Şansımız varsa tabi. Yok eğer şanssızsak, gözaltı tutuklama haberi değil, kaç ana evladının kaybına ağlamış onun haberlerine bakıp utanacağız uyuduğumuz uykudan bir kez daha.
Anlaşılan o ki, bir süre böyle devredecek günler günleri. Hazırlıklı olmak gerek.
Anlaşılan o ki; barışa dair umutları her gün azalacak birilerimizin. Çünkü, barışacak insan sayısı azalacak. Kimileri enkaz altında kalan bedenleriyle kopup gidecek aramızdan. Kimileri kararan yürekleriyle uzaklaşacak birbirinden. Her geçen günle azalacağız görünen o ki. Her geçen günle, her bir ruh, kendi içinde de azalacak. Benliğimiz azalacak…
Diğer yandan, yaşamaya devam edebilmek adına, her katliamı üç gün sonra normalleştirmemizin, acılarımıza alışmak zorunda bırakılışımızın dayanılmaz ağırlığı omuzlarımızda artacak. Bugüne kadar zamanla azaldığını sandığımız bütün diğer acılarımız gibi, bu günlerin acıları da koca derin çentikler bırakacak yaralı yüreklerimizde. Bu çentikler ve bu ağırlıkla birlikte acımız da artacak.
Oysaki bütün bu olup bitenler karşısında direncimizi arttırmak zorunda olduğumuz gerçeğini de bir an önce kabul etmemiz gerekiyor. Fakat nasıl? Ben de bilmiyorum.
Dünya ve hatta alem, devri daim ede dursun, biz buralarda hala toz ve gaz bulutunun dağılacağı bir ‘Big Bang’ beklemekteyiz. Şöyle bir mucize olsa… Bu yaşadıklarımız hiç yaşanmamış olsa demiyorum, sihir değil dileğim. Ama mesela, bitse bu kapkara günler.
Ben, henüz adı konmamış ‘88 Kuşağının’ bir ferdiyim. Hani neredeyse hiç gün yüzü göremeyen nesil. Hayata uyandığımızda, daha çocuk yaşımızda, 80 darbesinin ölüm sessizliğini öğrenerek başladık yaşamaya. Mahallelerimizdeki en güzel ağabeyler, gece karanlıklarında yok olup gitmişlerdi. Geride kalanlar sormamış, soramamıştı nereye götürüyorsunuz çocuklarımızı diye… İşte öyle bir sessizlikti bizim çocukluğumuzdaki. Çıt yoktu.
Örgütlenme geleneği söküp alınmış bir ülkenin çocuklarıydık. Lise üniversite yıllarına geldiğimizde 90’lı yıllar başlamıştı. 90’ların o korkunç katliamlarının, ayları bulan gözaltılar ve işkence tezgâhlarının arasında, yeniden bir araya gelebilmek için yavaş yavaş ve el yordamlarıyla dernekler, halk evleri, partiler kurmaya çalışıyorduk. Faili meçhuller, Olağan Üstü Haller, köy yakmalar, cenazeler…
90’lı yıllar biterken 2000’lere girildi. Dünya alem milenyum derdindeydi o vakit de, bizde F Tipleri, hücreler, cezaevleri, operasyonlar, cenazeler…
İzmir’den Mardin’e taşındığımızda 2006 senesiydi. Nisan’da dört bir yanımız yine yangın yerine dönmüştü, gözaltılar, tutuklamalar, cenazeler…
Sonra çözümlü, barışlı senelere girildi. Hoş ben o senelerden de pek bir şey anlayamadım ya. Gece gündüz KCK operasyonları yapılıyordu. Avukat olarak aralıksız emniyet, savcılık, cezaevi, mahkeme koşturuyordum.
Bir de yer gök yerli turist dolmuş, tarihi Mardin sokaklarında kalabalıktan yürüyemez olmuştum.
Şimdi mi, şimdi malum… BUHAL, OHAL den beter. Neyini anlatayım ki, alev almış yanıyor insanlık. Ben istemez miyim başka şeylerden de bahsetmek, hem de ne çok isterim. Ama “Şimdi bu bina hangi binaydı?”, “Tam olarak kaç ceset çıkarılmış peki?” diye haber kovalamaktan akıl, fikir, izan kaldı mı ki...
Bütün bu yaşananlardan sonra kim kiminle kardeş olur ya da olmaz, kim kiminle barışır ya da barışmaz bilemem. Fakat ben artık Türkçe, İngilizce kadar, hatta belki daha çok, Kürtçe müzik eşliğinde yaşıyorum… Ay Dilberê, Xêr Ama, Gulek, Tu Evîn, Daye Rojek, daha da çok sayarım. Hem öyle, eskiden olduğu gibi, Türkçeye devşirilmiş, çalınmış halleriyle falan değil. Hakiki halleriyle. Gençliğimizde Kürtçe parçalarla ilk tanıştığımızda yasaktı, tezgâh altından çıkarılır, perdeler kapatılıp dinlenirdi. O yıllarda sadece isyandı. Ama şimdi hüzün, sevda, keder, sevinç, coşku…
Ne olacak mesela bunca Kürtçe parçaya? Yakılıp yıkılırken kentler ve duvarlar, ezgilerin dimdik ayakta kalacağını bilmez mi bu “60 kutlaması” yapanlar... (ÖDM/HK)
* Fotoğraf: Nusaybin / Vecdi Erbay