Yoo, başlıkta herhangi bir yanlışlık yapmadım. Yani "Bir sanat olarak küfür" yazacaktım da, buradan hareketle Kurthan Hoca'nın "küfürbazlığı" üzerinden bir anma yazısı yazmaya niyetlenmişliğim vardı da yanlışlıkla "bir küfür olarak sanat" yazmış değilim; Kurthan Hoca'nın "küfürle" ilişkisine değineceğim doğru olsa da.
Sanatın kendisi küfürdür.
Küfür, "hakikati bildiği halde hakikatin üstünü örten, gizleyen, saklayan, hakikate hakikat koşan" "kafir"in yaptığı fiildir. Kendisini tekil, biricik olarak kuran ve kendi dışındaki her şeyi kendi adlarının, sıfatlarının, katmanlarının, en masumane haliyle dışlaşması ya da türevi olarak okuyan her hakikat hegemonyasının altını oyar.
Katman vardır katmandan içeri, hakikat hakikatten içeri; o biricikliğin üstüne konuşur; o yüzden biraz da bütün has sanatlar neredeyse kaçınılmaz sur-reeldir! Has sanatçılar da hep biraz meczup, çokça deli! Hakikat-üstü-ne konuşanın konuşma zeminini yok resimdi, yok heykeldi, yok minyatürdü, seramikti, freskti deyu deyu kiliseye dönüştürürseniz (ki her dinin kilisesi vardır), bir bakmışsınız sizi uhrevi duygulara taşıdığını düşündüğünüz ney, Tarlabaşı'nda, bir köşe başında, yanı başında boşalmış şarap şişesiyle, Neyzen'in "alkollü" nefesiyle yıkanıyor.
Neyzen Tevfik'e ne yakışırmış küfür, anılarının yalancısıyız hepimiz. Orgu kilisede, neyi dergahta etiketleyen ya da bir küfür olarak sanatı uygarlığın, seçkinliğin, incelmişliğin ya da şu-bu misyonun işareti olarak okuyan ve bu işareti görmediği yerde Orhan Gencebay'dan başlayarak cümlesine ağız dolu küfür etmeyi marifet sayan, türkü dedi mi TRT sansür kurulunun (bütün emekleri ve katkıları saklı kalmak kaydıyla) odacıbaşıları Nida Tüfekçi ve Sarısözen'den beriye gelemeyen zihniyet kendi hegemonyasını kurup pekiştirdikçe, "bir küfür olarak sanat" yerini yavaşça "bir sanat olarak küfür"e bırakır.
Ney dergahta kalır, neyzen sokağa iner; dergahın coğrafyası dünyadır; neyzenin coğrafyası harabat ehlinin coğrafyasınca genişler. (Bunun karşı-izdüşümünü meraklısının ilgisine terk ediyorum.)
Tıpkı bunun gibi, akademide icra edilen "sanat" küfür olmaktan çıktıkça, sanat olarak "küfür" boy verir. Kurthan Hoca'yı 12 Eylül faşizmi "sokağa atar" ama o bir küfür olarak geri döner.
Üniversite değişmiştir; artık ne söylediğinin değil, ne kadar söylediğinin hükmü fermandır. Her şey sayıya dönmüştür ve Kurthan Hoca'dan da yayın sayısını isterler; yazar bir sayı; insan ömrünü üçe katlasan o sayının söylediği kadar yayın yapma olanağı yoktur; "ben mi sayacağım, sayıymış, saysınlar o zaman tek tek..." der ve sunturlu bir küfür basar Kurthan Hoca.
Küfür bir sanattır. Bakmayın siz önüne gelenin küfrettiğine. Küfredenin yüzüne bakın, anlaşılır. Küfrü bir sanat olarak icra edenin yüzü de bir sanat eserine dönüşür; gündelik görünüşünden kopar; gündelik hareketinden.
Çevremiz, ağzının içinde dolaştıra dolaştıra, önüne gelene küfretmeyi marifet bilen küfürbazlarla çevrili olabilir; olsa olsa küfürbaz, en iyi niyetle, çaresizliğine, umutsuzluğuna, egosunun doymak bilmez iştahına, aynada dayanamadığı kendi görüntüsüne, çevreye saldığı imgesine, hasılı kelam kendisine küfrediyordur. Üstelik kendisine küfrettiğini çoğu küfürbaz bilir; çevresine küfrettiğini ve küfrederek zarar verdiğini sanarak egosunu doyuran ise küfürbaz bile değildir.
Kurthan Hoca küfürbaz değil, küfürdardı!
Ben hakikatim diye efelenen her tekilliğin tikelliğini buzun altından çıkarır ve masaya koyardı. Üstelik bunu "kamu adına" yapmazdı; Kurthan Hoca'nın kamu adına söz aldığı görülmemiştir ama her yaptığı kamusaldı.
Fişek ailesinin üç üyesini bilen (Nusret, Kurthan ve Gürhan Fişek) herkes bu aileyi niteleyen temel terimin "kamusallık" olduğunu, kamusallığın "kamuya borç" olarak bu soyadının üstüne yazıldığını da bilir. Nice ünlü aile soyadı vardır, özellikle entelektüel dünyada... o ekran, bu ekran... hep onlarındır. Olmadı, cumhuriyetin kamusallığını çoktan unutmuş, bir yönetim biçimine indirgenmiş cumhuriyetçilik nutukları meclis koridorlarından ekranlara ve evlerimize düşerken Fişek soyadı hala yürüyen bir klinik olarak Ostim çıraklarının nöbetini tutmaya devam etmektedir. Kurthan Hoca da bir nöbetçiydi: Her kamu bekçisi gibi çokça deli!
Kurthan Hoca'nın ardından, onun için yapılan nitelemeler içinde en çok biri dikkatimi çekti: "Adam gibi adamdı."
Soru: Adam kim peki? Kim ki bu "Adam", Kurthan Hoca onun gibi "adamdı?"
Bazı insanların referansı yoktur: Kurthan Hoca, Yavuz Hoca... Bu isimleri bir başka isim niteleyemez. Hiçbir isim, bu isimlerin ağırlığınca özgünlüğünü üstlenemez. O yüzdendir ki bu isimlerin öğrencisi de olmaz. Şanslıysanız, Kurthan Hoca, Yavuz Hoca diyelim dersinize girer, bir rüzgar gibi kayarak üstünüzde eser; rüzgarı nasıl üstünüzde tutamazsanız, bu isimleri de bir etiket gibi üstünüze yapıştırmazsınız. Yapıştırmaya kalktığınız her anda Kurthan Hoca'nın sunturlu bir küfrü duyulur. Kendisinden nefret etmenize izin vardır, sevmenize değil. Kendi deliliğini bilen herkes gibi, deliliğin en çok size bulaşmasından korkar ve tuttuğu nöbet biraz da sizin nöbetinizdir.
Basından izlediğim kadarıyla, Kurthan Hoca'nın cenaze töreninde Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Erkan İbiş de zarif bir konuşma yapmış. Kurthan Hoca'nın otoritelerle başının hoş olmadığına atıfla ve "sıfırcı hoca" lakabını anıştırarak mealen şöyle demiş: "Benim rektörlüğüm döneminde de Kurthan Hoca aramızda olsaydı, muhtemelen bana da sıfır verirdi ve ben o sıfırı gururla taşırdım."
Kurthan Hoca'nın sıfırcılığı (genç kuşaklar bunu hep karıştırdığı için yazıyorum) sayın rektörümüzün de zaten bildiği gibi, üniversiteyle ilgili değildi. Fakülteden atıldıktan sonra bir gazetede çalışırken oluşturduğu bir köşeyle ilgiliydi. Orada kısa kısa Türkiye gündeminden portreleri değerlendirir ve not verirdi. Öğrencilerine hiç de hasis olmayan bu "Adam", kamu bilinci gereği hep "sıfırcıydı." Sayın rektörümüz çok yerinde bir saptamada bulunmuş:
Nöbetini tuttuğu üniversitesinde tutkuyla bağlı olduğu içkinin yasak konusu haline getirildiği; yine tutkuyla bağlı olduğu sigarasının, sigara içmek ile kişilik bozuklukları, tıbbi hastalıklar, karakter aşınması, serserilik, salaklık ve sapıklık ve hatta siyasal ideolojiler arasında kurulan ilişkilere meze yapıldığı bir "dünyada" hepimize sıfır verirdi: Ve öyle bir anda yolunu yolumuzdan ayırdı ki ömrünün en büyük sıfırı ve en büyük küfrüyle baş başa bıraktı bizi!
Her hegemonik hakikat küffarını ateşle terbiye eder. Ne mübarek ateştir ki o bir cıgarayı tutuştura! Ne mübarek ateştir ki o güneşe doğru yalazlanan bir birayı, kendi soğuğundan ürküp kadehe sarılan rakıyı ve cümle meyvesini alemin, git demeden bağrına basan bir cini, elhak, ateş olmaklığından kendine çağırır!
Kurthan Hocam, Yavuz Hocam: Ol mübarekten ıraksanız küstüm size... (AY/YY)
*Ayhan Yalçınkaya, Ankara Üniversitesi SBF
* Bu yazı SOLFASOL gazetesinin Ekim 2012 tarihli sayısında yayımlanmıştır.