Doksan dört yıl önce bu ay Van’ın Erciş ilçesinin Zilan Deresi muhitinde en az onbeş bin sivil korkunç şekilde katledildi.
19 Haziran’ı 20 Haziran’a bağlayan gece, Ağrı İsyanı ile rabıtaları bulunan Kürt isyancıların Çakırbey köyü karakolunu basmasını gerekçe gösteren Salih Omurtak kumandasındaki 9. Kolorduya bağlı seyyar jandarma alayları yaz mevsimi boyunca Zilan muhitini kan gölüne çevirdi.
Dönemin gazeteleri 12 ve 13 Temmuz’da “ Zilan Deresi ağzına dolu cesetlerle dolu” şeklinde başlıklarla katliamı duyurdu.
Zilan’daki “imha” harekâtına 4 Temmuz’da başlanmakla birlikte, haziran ayı içinde muhit kalabalık hava filoları tarafından defalarca bombalanır.
Bombardımanlar sonucu yüzlerce sivil yaşamını yitirir. Ağustos ayına gelindiğinde “Exıs, Şarbazar, Doğançi, Tendurek, Çakirbeg, Yilanlı, Babazeng, Sor, Şorık, Mürşut, Mescitli, Karakilis, Kunduk, Zorava, Aryutin, Xallacköy, Y.Koçköprü, A. Koşköprü, Kuruçem, Mılk, Yekmale, Kilise, Koşk, A. Partaş, Y. Partaş, Bunizi, Pelexlu, Kerx, Söğütlü, Mığare, Qardoğan, Kelle, Hostekar, Sivarköy, Kızılkılise, Ziyaret, Hêrişo, Gomık, Şeytanava, Birhan,. Cergeşin, Papişkîn, Komir, Hesenevdal, Xarxus, Êrşat, Karamelik, Şerefli, Meral köyleri yakılmış ve umum sakinleri katledilmişti.
Katliamdan hemen önce muhitin bir topoğrafya haritası çıkarılmış, coğrafi etüt gerçekleştirilmiş, böylece toplu katliamlar gerçekleştirmeye müsait derin vadiler tespit edilmiştir.
Tanıkların beyanına göre köyler bombalandıktan ve direnişçiler püskürtüldükten sonra Albay Derviş Bey’in emrindeki 5. 3. ve 7. Seyyar Jandarma Taburları tarafından esir alınan siviller belli bir yere toplatıldıktan sonra , katliamın icra edileceği sarp dere yataklarına doğru yola çıkartılırlar. Köy muhtarlarını “duyuru aracı” olarak kullanan katliam taburlarının temel argümanı “nüfus sayımı yapılacağı için kimsenin köyden ayrılmaması gerektiğidir” Katliamın ilk safhası, Zilan Çayı’nın üç ana kolunu oluşturan Hecideri Deresi,Hesenevdal Deresi ve Komir Deresi vadilerinde icra edilir.
Bu üç dere yatağının tesadüfi seçilmediği, devletin katliamı icra etme babında coğrafi ve askeri hafızaya sahip olduğu aşikardır. Zira adı geçen dere yataklarında 1915 yılında binlerce Ermeni’nin katledildi.
Derviş Bey’in emrindeki katliam taburları bu bilgiye maliktir. Gomık, sarkoy, Pirneşin, Kunduk, Mılk, Mirşût, Şorik, Tendurek, Sor, Mescitli, Aryutin, Hallacköy, A. Koçköprü, Y. Koçköprü, Kuruçem, Koşk, A. Partaş, Y. Partaş, Binesi, Pelexlu, Kelle, Hostekar, Süvarköy Şeytanava, Birhan olmak üzere 25 Köyün ahalisini Mılk Köyü’nde toplarlar.akabinde bu kalabalık kitle gruplara ayrılır.
Katliam tanığı Tahir Nas’ın beyanına göre sırası gelen grup askerler tarafından Hecideri Deresi yatağına götürülür, “kırmızı bayrak” ın kaldırılmasıyla birlikte mitralyöz ateşine tutulur.
Aynı askerin “beyaz bayrak”ı sallaması ile birlikte mitralyöz ateşi kesilir. Bu sefer, görevli subayın “süngü tak” emri ile hala hayatta olanlar süngülenir, son safhada ise kurbanların üstü aranır, para vb. ziynet eşyaları toplanır.
Nitekim Albay Reşat Hallı katliam icara edilirken “ganimet” de elde edildiğini belirtir. Bu ganimetin bir kısmı da “arama tarama” faaliyetleri ve köy yakma esnalarında katledilen köylülerin davar sürülerinden oluşur.
Bu davar sürülerinin bir kısmı “mal müdürlükleri” ne teslim edilirken bir kısmı da “Ağrı ve Zilan harekâtı” na iştirak eden 7. ve 9.kolordu efradının yiyecek ihtiyacını gidermek için söz konusu kolordulara gönderilir.
Hacidêri katliamından sonra Derviş Bey Alayı katliam alanını batıya doğru kaydırır. Zorava, Kaşesor (qaşesor), Exs, Doğançi, Qerekilis, Kilise, Yekmalê, Şorê, Şahbazar halkı, Hesenevdal (hasanabdal) Köyü’ne toplatıldıktan sonra, köyün hemen yanındaki Hesenevdal deresinin Cebeli denilen mıntıkasında makineli tüfeklerle katledilirler.
Bekiran aşiretinin köyleri olan Çakirbeg, Komir, Xarxus, Hacîqaş, Mezre, Babezeng, Kızılkilise, komir ve ilani halkını da Komir deresi yatağına toplatılarak katlederler.
Bu üç ana katliamdan kurtulup dağlara sığınanlar kısa bir süre sonra toplatılarak Kerx ile Sogitlî köyleri arasındaki Newala Bebo’da katledilirler. Artık katliam pratiğinde profesyonelleşen askerler, daha da vahşi davranırlar. Diri diri insanların derilerini yüzerler.
Şehir merkezi Erciş’e kaçan sivillerin bir kısmı yolda Cergeşîn Köyü’nün yakınındaki “filekuştî” denilen kayalıklarda kurşuna dizilirler. Erciş’e kaçabilenler de katledilmekten kurtulamazlar.
Şehirdeki muhtelif camilere kapatılan siviller kafileler şeklinde Aşê Davuda ve Aşê Keşîş mıntıkalarında toplu şekilde kurşuna dizilirler. 1930 yazı boyunca Zilan’da icra edilen katliamda toplam kaç sivilin katledildiği meselesi muammasını korurken devlet cenahı çeşitli rakamlar verir.
Genel kanıya göre Zilan’da öldürülen insan sayısı “on beş binden fazla” dır. aynı yıl Hoybun ’un katliam hala devam ederken yayınladığı altıncı broşürde (tahmini Eylül ayında yayınlandı) Zilan muhitinde şimdiye kadar toplam 220 köyün yakılıp yıkıldığı, dört bin beş yüz civarında kadın, çocuk ve yaşlının katledildiği, aynı şekilde yüz kadar aydın , ekabir ve önde gelen şahsiyetin de ağızları dikilen çuvallara konularak diri diri Van Gölü’ne atıldığı yazılıyordu.
Nitekim İsmet Paşa 22 Eylül’de Mecliste yaptığı konuşmada aleni bir şekilde Zilan’da katliam icra ettiklerini dile getirmekte bir beis görmüyordu:
“(…) Iran hududunda vuku bulan tecavüzlere hadis olan Zeylan Kıyamı (isyanı) mütecavizlerin (eşkıyaların) ve onlara iltihak etmek gafletinde bulunan bir kısım bedbahtların tamamen tedip ve tenkil olunmasıyla neticelendi (…)”
“Tedip”; uslandırma, yola getirme, “Tenkil” ise uzağa gönderme, herkese ibret olacak şekilde cezalandırma, sindirme, düşman olanı veya nizama zararlı olan kimseleri ortadan kaldırma manasına gelse de bu manalardan daha fazla şiddet ve kırım içerir. Şiddetin dozajı, kırımın şekli, göçertmenin taşıdığı nasyonal amaçlar “tedip ve tenkil” harekatlarının cumhuriyet elitinin biyo-iktidarını güçlendirmeye dönük uzun vadeli hamleler olduğunu gösteriyordu. Öyle ki Katliamdan bir yıl sonra (1931) “isyan bölgesinde işlenen ef’alın (fiil, eylem, işlem) suç sayılmayacağına dair kanun” yürürlüğe konulur, bununla katliamı icra ettiren elitin, işbirliği yapan paramiliter güçlerin ve kolluk kuvvetlerinin korunması amaçlanıyordu.
“Erciş, Zilan, Ağrı Dağı havalisinde meydana gelen isyan bölgesinde, buna müteakip Birinci Umumi Müfettişlik mıntıkası ve Erzincan’ın Pülümür kazası dâhilinde yapılan takip ve hareketleri münasebetiyle 20 Haziran 1930’dan 1 Aralık 1930 tarihine kadar askeri kuvvetler ve devlet memurları ve bunlar ile beraber hareket eden bekçi, korucu, milis ve ahali tarafından isyanın ve bu isyana alakadar vakaların tenkili emrinde gerek müstakilen ve gerekse müştereken işlenmiş ef’al ve hareket suç sayılamaz.”
Zilan Katliamı , Eylül 1930 -1945 yılları arasında Sason- Dersim-Botan ve Van hattında “tedip ve tenkil” ile “kaçakçılık-eşkıyalık ile mücadele” adı altında icra edilen katliamlara askeri babda hem rehber hem de esin kaynağı oldu.
Nitekim 1933 ve 1944 yılları arasında jandarma Genel Komutanlığı bünyesinde “ hizmete mahsustur” ibaresi ile eğitim fasikülleri yayımlayan Albay Osman Nuri ve Yarbay Eyüp Sabri Süsoy Zilan Katliamı ve Ağrı İsyanı deneyimlerinden yola çıkıyorlardı.
Katliamın rehber aparatı: Milisler
Milis kurumunun resmi geçmişi Roma paralı Lejyon birliklerine dayansa da milislik ile paralı askerlik kurumu arasında bir nüans farkı vardır.
Milislik egemen bir devlet içindeki ulus altı bir bölge üzerinde askerî, ekonomik ve politik kontrol sahibi olmasını sağlayan düzensiz ve yarı silahlı kuvvet olarak kendini konumlandırırken, paralı askerlik resmi nizamın düzenli bir aparatı ve tam silahlı kuvvetidir. “Nefr-i Amm” uygulamasından beri Kürdistan’da var olan milislik kurumu, Hamidiye Alaylarının varlığını sürdürdüğü 1892-1914 yılları arasında dahi lağvedilmedi.
Öyle ki Hamidiye Alayları (dönemsel ismi ile Aşiret Süvari Alayları) 1915 itibari ile “ihtiyati birlikler” olarak tanımlanmış ve bir çeşit milis oluşumu olarak addedilmiş ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da tamamen lağvedilir.
Öyle ki Cumhuriyetten itibaren tesis edilen Milislik kurumu, aşiret alayları orijinli milislik kurumuna kumandanlık etmiş olan subayların husule getirdiği Şeyh Sait, Ağrı ve Dersim gibi direnişlere karşı konumlandırılacaktı.
Lağvedilen aşiret gücünün yerine 1915 Ermeni soykırımına iştirak etmiş, kent ve kasaba nahiye ve köylerde yerleşik, umumiyetle herhangi güçlü bir aşirete mensup olmayan “Türklüğe meyilli aileler”e mensup eşraf, tüccar, Belediye reisi ve muhtarlardan müteşekkil bir milis gücü oluşturuldu.
Bu kuruma zamanla mensubu olduğu eski Hamidiyeli aşiret, kabile veyahut aile ile feodal bağlarını koparan, “tedip ve tenkil” edilecek olan hedef muhite aşina aşiret efradı da dahil edildi.
Erciş hinterlandının sosyo-politik yapısı cumhuriyetin kuruluşu ile değişti. 1890lardan 1923’e kadarki süreçte Erciş ve Zilan vadisini aralarında bölüştüren Haydaran ve Ademan aşiret konfederasyonlarına bağlı alaylar 1924 yılı itibariyle cumhuriyet eliti tarafından gözden çıkarıldığı gibi, söz konusu elit nezdinde yük olarak görünmeye başladılar. Tasfiye edilmeleri kararlaştırılırken araya Şeyh Said İsyanı girdi.
Şeyh Said İsyanı’nın hemen sonrasında bu alaylar tasfiye edildi. Yerine kentli tüccarlardan oluşan milisler ikame edildi.
Bu bağlamda İdris, Süleyman Gıdıkzade, Nalbantoğlu Refo, Mehmed Efendi (Turan) Vanlı Şevket Efendi, Müştak Efendi (Çavuşoğlu), Abdullah Efendi, Hacı Ali Efendi (Albayrak), Ali Ağa (Nazlı), Harginli Dahar Ağa ,Purullu Mecit Efendi (Gazioğlu), Fırıncı Mevlüt (Hançer), Zortullu Murat Bey, Kasap Şerif Ağa (Bakak), Muhtar Mevlüt Efendi (Aydın) Paketçi Şevket (Ceylan) ,Saracın Recep (Saraçoğlu) , İmam Mehmet Efendi Sancak,
Ömer Ağa (Kasımbağlı) Halim Hoca ( çelebi), Kürümzade Mehmed Efendi (Kürümoğlu) “Türklüğe meyilli Kürt aileleri” temsilen Erciş’teki milis ordusuna dahil olurken , katliam esnası ve sonrasında milis ordusuna dahil edilen Seydkili Şerifê Telal, Eliyê Evdi (çêloyi), , Şeyh Taho, Memê Hemze, Cindo, Mele Mihemedê Boniziyê, Silê Lorik gibi isimler eski aşiret alaylarına mensup kabilelerden geliyorlardı.
“Gıdıkzade” olarak bilinen Cevher Efendi-zade İdris ve Süleyman (Erdinç) isimli tüccarlar belediye başkanlığı görevini yürüttükleri gibi, diğer tüccarları da bir araya getirerek canlı hayvan alım satımı yapan “Aladağlar” isimli bir kooperatif şirket kurmuşlardı.
Zilan muhitini çepeçevre saran Aladağlardaki aşiretlerden satın aldıkları koyunları Halep, Ankara ve İstanbul’a götürüp satıyorlardı. Hem belediye reisliği gibi bir “devlet” kurumunu temsil etmeleri ve hem de Ankara, İstanbul gibi merkezler ile temas halinde bulunmaları Gıdıkzadeleri aşiretler nezdinde artık madrabazlıktan ziyade “arabulucu”, “temsilci” konumuna yükseltmişti.
1930 yazına kadar Gıdıkzadeler ve etrafına topladıkları diğer kentli tüccarlar aşiretler ile ilişkilerini titizlikle korurlar. 1926’dan beri faal olan Ağrı Dağı’ndaki direniş hareketini doğrudan karşılarına almazlar.
Öyle ki Ağrı Dağı ile Hoybun arasındaki yazışmalardan anladığımız kadarıyla İdris Efendi koyun satışı için gittiği Halep’ten dönerken dört beş arkadaşı ile Erzurum’da tutuklanmış ve üzerinden Hoybun’a ait raporlar ve notlar çıkmıştı.
Gıdıkzadelerin dönemin Kürt hareketi ile olan ilişkilerinin düzeyi 1930 Haziran’ı itibariyle değişir. Özellikle Erciş saldırısı ve saldırı esnasında yaşanan talan vakaları Gıdıkzadelerin daha kararlı bir şekilde devlet ricaline sığınmasına sebebiyet verdi.
Erciş muhasarası esnasında silaha sarılan Gıdıkzade İdris ve Süleyman kardeşler, muhasaranın hemen akabinde Erciş’te tesis edilen milis ordusunun “süvari” ve “piyade” birliklerinin kumandanları olarak belirdiler.
Emirlerindeki milis ordusu kentteki tüccar ,esnafın yanı sıra belediyenin tellalından tutun, muhtelif mahallelerinin muhtar ve imamlarını da bünyesine katmıştı.
1930 yazı boyunca katliam taburlarına rehberlik ederek binlerce sivilin katledilmesine doğrudan iştirak edeceklerdi. Milislerin katliam esnasında göstermiş oldukları performans dönemin Birinci Umumi Müfettişi İbrahim Tali Bey (İzgören)’in dikkatini celbetmişti:
“Erciş’te kahramane kan döken vatanperver binlerce milis görmekle göğsüm kabardı. Halk cumhuriyet devletine hakikaten sarılmış ve bu uğurda kan dökmeğe hazırdır. Erciş milisleri ve kahraman vatandaşlarımızın gösterdikleri fedakârlıktan ne kadar müftehir olsak azdır. Bir gece onlarda misafir kaldıktan sonra Erciş'teki tayyare taburu bizi öğle yemeğine davet ettiler. Pek samimi sofralarında hoş saatler geçti.”
1930 yazı itibariyle katliam sahasını talan eden milisler kısa bir süre içinde muhitin sosyo-ekonomik yapısını tersyüz ederler. Katledilen ahalinin koyun sürüleri ve arazilerine el koyan milislerin servetlerine servet katarlar. Aynı şekilde katliam esnası ve sonrasında oluşan “can kurtarma borsası”nın simsarlığını yapıp, katledilme korkusuyla kendilerine başvuran Zilanlılardan yüklü miktarda nakdi para alırlar.
Bazı aşiretlerin köy ve yaylalarına el koyarlar, bir müddet sonra bu rant ağı Zilan muhitinin dışına taşır. Erciş kent merkezine yakın Kürt köyleri uhdesine alan milisler, köylüler ile bir çeşit serf-vassal ilişkisi tasarlarlar. Keyfi öldürmeler ve el koyma vakaları sıradan pratikler haline gelir.
Elbette katliam boyunca sayısız kadın ve çocuk tecavüz ve cinsel istismara maruz kalır. Dahası Aşê Keşiş ve Aşê Dawuda gibi mıntıkalarda toplu infazlardan sonra nekrofili vakaları gerçekleşir.
Askerler infaz edilen kadınların cenazelerine tecavüz eder. Kısacası Zilan muhitinde, milislerin yardımı ile bir soykırımın bünyesinde mevcut olabilecek şiddetin bütün varyantları titizlikle icra edilir. Zilan’ın ahalisi ya öldürülür ya da kaçmaya mecbur bırakılır. Ekin tarlaları ateşe verilir. Su kuyuları toprakla doldurulur.
Binlerce ceset kurbanların köpeklerine ve yırtıcı hayvanlara yem edilir. Nitekim 1930 aralık ayı itibariyle tamamen yaşamsızlaştırılan Zilan’da yeni bir merhaleye geçilir.
Adana Ağır Ceza Mahkemesi yargılamaları
Tutuklanıp cezaevine konulanlar veyahut nefii (yerinden yurdundun sürgün edilmek) edilenlerin büyük bir kısmı katliamın icra edildiği Zilan muhitinden değildi.
Tutuklananlar ve sürgüne gönderilenler umumiyetle Zilan muhiti dışında yer alan ama Zilanlılarla akrabalık bağları bulunan Adilcevaz, Patnos, Diyadin ve Çaldıran’a bağlı Kürt köylerinin sakinlerinden oluşuyordu.
Bu zaman diliminde milislerin şifahi ve yazılı raporları doğrultusunda, katliam muhiti dışındaki (devlet katliam muhitine “şekavet mıntıkası” diyordu) Erciş’in ova köylerinden yüzlerce Kürt “isyana iştirak etme” suçlamasıyla tutuklandı.
1930 yılı itibariyle muhtelif yerlerde yakalanan direnişçiler veyahut katliamdan sağ kurtulanlar da ağır işkencelere maruz kaldıktan sonra (işkenceler esnasında birçok tutsak yaşamını yitirdi.) Erciş ve Van’daki Ağır Ceza Mahkemeleri’ne sevk ediliyorlardı.
Gerek sanık sayısının fazla olması ve gerekse Van ile Erciş’teki hapishanelerin (Erciş’te hapishanede yer olmadığı için tutsaklar camilerde tutuluyordu) kapasitelerinin yetmemesinden ötürü bin kadar tutsak 1931 yılı sonlarına doğru Adana’ya sevk edildi.
Adana hapishanesinin kapasitesinin yetmemesi üzerine ,hapishane içinde ahşap katlar inşa edilmiş, “hafif cezalılar” olarak tanımlanan 91 mahkum hapishanenin “hafif cezalılar” kısmına kapatılmış, hapishanenin “ağır cezalılar” bölümü tamamen boşaltılarak geri kalan mahkumlara ayrılmıştı.
Bu arada mahkumların Adana’ya gelişini “Ağrı Dağı hainleri neler anlatıyor” manşeti ile duyuran Vakit Gazetesi’nin muhabiri görüşme imkanı bulduğu mahkumlara , Hoybunla işbirliği yapan Taşnaksütyun’u kastederek “umumi harpte yurdunuzu yakan , kardeşlerinizi ,karılarınızı öldüren katillerin sözlerine nasıl kandınız?” diye soruyordu.
1932’in mayıs ayında Asri sinema salonunda başlayan mahkemenin başkanlığını Ağır ceza hâkimi Şevki Öz yapıyordu.
Üç kişiden oluşan mahkeme heyetinde bir de Mürüvvet Tüzüskan isimli bir kadın üye bulunuyordu.
Savcı Abdülkadir Bey ilk grupta yer alan 192 kişiden 155 kişi hakkında 123.kanun gereğince, “Türkiye Cumhuriyeti topraklarının tamamını veya bir kısmını bir ecnebi devlet idaresine geçirmeye veya devletin istiklalini tenkisa veyahut memleketin bir parçasını hükümet idaresinden çıkarmaya teşebbüs” ten idam ve diğer 37 kişi hakkında da yine madde 169, 64 ve 65 gereğince “bölücü cemiyet, çeteye hal ve sanatlarını bilerek barınacak yer göstermek veya yardım etmek yahut erzak veya silah ve cephane veya elbise tedarik etmek”ten üç seneden beş seneye kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılmasını talep ediyordu. Mahkemenin devam ettiği günlerde dahi Erciş’ten Adana’ya tutsak sevki devam ediyordu. Tutsaklara “Hoybun üyeliği- Hoybun namına isyan etmek” ve “şekavet” olmak üzere biri siyasi öbürü siyasi olmakla beraber daha çok adli bağlamda ele alınan iki esas suçlamada bulunuyordu.
Hoybun üyeliği için idam dahil ağır cezalar istenirken, şekavet yani eşkıyalık için genellikle 5 ile 10 yıl arasında değişen cezalar isteniyordu.
Hoybun üyeliğinden ceza alanlar Adana hapishanesi ve çevre vilayetlerdeki cezaevlerine gönderilirken-Hoybun üyeliğinden yargılananlar şayet idam edilmeseler, uzun yıllar cezaevinde kalacak, cezasını bitirenler Anadolu ve Trakya’ya sürüleceklerdi- eşkıyalıktan ceza alanlar Erciş’e geri gönderiliyordu.
Bu da Adana’daki bu ağır ceza mahkemesinin politik misyona dönük özel bir mahkeme olduğu hususunu açıkça gösteriyordu. Kürtçe tercümanın bulunmadığı ve savunma hakkının gasp edildiği bu yargılamalarda tutukluların bir kısmı şahitlik yapmaya yani “itirafçı” olmaya zorlanırken, Erciş’teki İstintak Dairesince düzenlenen ve daha çok milislerin beyanlarına dayanan raporlar suçlamaların temelini teşkil ediyordu.1935 yılına kadar süren yargılamalarda ilk grup için karar 22 Mayıs 1932’de verildi.
Karara göre otuz dört kişi idam, sekiz kişi yirmi dört yıl, iki kişi on beş yıl, elli kişi on yıl, altı kişi sekiz yıl dört ay, beş kişi altı yıl sekiz ay , üç kişi üç yıl hapis cezası verildi (cezalar temyiz mahkemesince Mart 1933’te bozuldu yargılamalara yeniden başlanıldı.), ikinci grubun yargılanması ise çetrefilli bir hal almıştı.
Ağustos 1932 itibariyle hala tutukluların hüviyetleri mahkeme tarafından zabıt altına alınamamıştı. 1935 yılı itibariyle Ağır ceza mahkemesi nihai kararlar vermeye başladı.
Geçen süreç içinde tutsaklar, özellikle dönemin basınının ırkçılığa varan yönelimlerine, gardiyan ve jandarmaların işkencelerine, kötü muamelelerine, yerli mahkumların saldırılarına, doktorların tıbbi deneylerine, açlık ve bulaşıcı hastalıklara maruz kaldılar.
1936 yazında dava savcılarından Şeref Gökmen bütün mahkumların beraatini istedi. Aynı yıl Adana’daki bir kısım mahkûm Mersin, Zonguldak ve Sinop cezaevlerine gönderildi. Zonguldak’a götürülenler kömür ocaklarında çalıştırılırken, Sinop’a götürülenler de inşaat işlerinde çalıştırılır.
Ez cümle- her ne kadar Türkiye’deki kaynaklar aksisini iddia etse de yabancı kaynakların iddiasına göre Adana Ağır ceza mahkemesi yargılamaları sonucu bin kadar mahkûm yargılanmış ve içlerinden 31 kişi idam edilmişti.
Devlet arşivlerinde kendisine dair tek bir belgeye dahi tesadüf edilemeyen “Ağrı Dağı Şakileri Davası”ında yargılanan mahkûmların tamamına yakını Zilanlıydı. bu açıdan söz konusu dava Ağrı İsyanı’nın mahiyeti ve kapsamını tekrar tanımlamamız için bize mühim bir fikir veriyor. Ağrı Dağı havalisinde cereyan eden bu başkaldırı davasında neden Ağrılılardan daha çok Zilanlılar yargılandı? Sorusu önem kazanıyor.
Zira söz konusu isyana Zilan muhiti kadar hiçbir periferi muhiti bu denli topyekun bir halk desteği vermemişti.
Bunun için, 90lı yılların “DGM mahkemeleri” ile günümüz “özel yetkili Ağır Ceza mahkemeleri”ni aratmayan Adana Ağır Ceza mahkemesi bu topyekun halk desteğini etkili propaganda ağı ile mümkün kılan Hoybun-Taşnaksütyun siyasi teşekkülünün izlerini titizlikle inceledi.
4 yıl süren dava boyunca mahkumların büyük bir kısmı bulaşıcı hastalıklar, yetersiz beslenme ve işkenceler sonucu yaşamını yitirmişti. Böylece Zilan katliamının ikinci aşamasını teşkil eden Adana hapishanesi süreci tamamlanmış oldu.
Kayyum, İskân ve “memnu mıntıka”
Günümüzde görülen Kürt illerindeki kayyım atamaları Türk idare tarihinde ilk kez 2016 yılı sonrasında gerçekleşen bir vaka değildir.
Bu idari uygulamanın temeli 1930 yılında kabul edilen 1580 sayılı Belediye Kanunu'na dayanmaktadır.
1930-1948 yılları arasında Kürt illerindeki 90 kadar belediyeye kayyım atandı. kayyım atamalarının mühim gerekçesi ise “Kürtlük cereyanının mefkureye dönüşmesi” idi .
Zilan katliamından kısa bir süre sonra çıkartılan Belediye kanunu gereğince 28 Ocak 1932’de Erciş kaymakamı Erciş Belediyesine kayyum olarak atandı.
Dönemin Belediye başkanı İdris Erdinç her ne kadar milis kumandanı olsa da geçmişte Hoybun ile ilişki kurmuş olması Belediye başkanlığını devlet nezdinde güvenilmez kılıyordu. Ayrıca yapılacak belediye seçimlerinde “kürtçü mefkureye sahip” herhangi bir adayın belediyenin başına geçmesinden korkuluyordu.
Kayyum atamasından kısa bir süre sonra 5 Mayıs 1932’de yürürlüğe gire İskân Kanunu, bünyesinde Kürtler için büyük bir sürgünü barındırır. Kanun, mecliste sert tartışmalara neden olur.
Örneğin dönemin milletvekillerinden Reşit Bey, “Türk ırkı” kavramıyla neye vurgu yapıldığına açıklık getirilmesini talep eder.
Bunun üzerine söz alan İçişleri Bakanı Şükrü(Kaya) ;“efendim, geçsin. Sonra düzeltilir” diyordu. Kanun tasarısında Kürt kelimesi geçmiyordu, onun yerine Ana Dili Türkçe Olmayanlar tanımlaması yapılıyordu.
Bu kanunla Zilan yasak bölge ilan edilecek, Türkiye ‘deki nüfus yoğunluğunu bir program dâhilinde tekrar düzenleme yetkisi İçişleri bakanlığına bırakılacaktı. Türkiye, iskân bakımından 3 esaslı bölgeye ayrılacaktı.
Bu yasa kapsamında Zilan muhitinden 29 aileden toplam 475 kişi Batı Anadolu ve Trakya bölgesine sürülerek, mecburi iskâna tabi tutuldu. 475 nüfus Konya’da 20 gün bekletildi. 10 aile Aydın iline bağlı Milas ilçesinin bir köyü olan Akbük’e yerleştirildi. İki aile Denizli merkeze, dört aile Çanakkale’ye, bir aile Burdur’a bağlı Bucak ilçesine, bir aile Sinop’a, beş aile Tekirdağ’a bağlı Çorlu ilçesine, iki aile Konya merkez ve Kulu ilçesine, bir aile Bolu’ya, bir aile Samsun’a bağlı Bafra ilçesine, bir aile Isparta’ya, bir aile Manisa’nın Akhisar ilçesine bağlı Beyova Kasabası’na ve bir aile de Kırklareli’yle gönderildi Resmi tarihin gelenek icadı ritüeli bir kez daha hasıl olmuş ve 1933 yılı itibariyle katliamın başlangıç tarihi olan 3 Temmuz günü “panayır” olarak kutlanmaya başlanmış, Umumi Müfettişlik bu kararı basın yolu ile tüm ülkeye duyurmuştu.
Katliamdan 5 yıl sonra İsmet İnönü, “Şark Gezisi” adı altında 11 Temmuz 1935’te Erciş’e uğrar. Erciş’i, “Van Gölü civarının Türklük merkezi” olarak tanımlayan İnönü Erciş ve çevresine “Türk muhacir” yerleştirilmesi niyetini beyan eder.
“Erciş’te birkaç saat kaldım. Kürt isyanında şehri müdafaa eden halkın kahramanlık hikâyelerini heyecanla dinledim.
Şehir içinde, sayılabilecek ciddi ve iki üç gün devam eden muharebeyi halk büyük bir cesaretle ve muzafferiyetle bitirmiştir.
Erciş’teki okul yıkık döküktü. Sıra olmadığı için öğrenciler okula gidemiyordu. (Erciş de) bütün Türk kasabaları (gibi) etraflarına Türk muhacirleri getirilmesini istediler. Umman(okyanus) içinde kalmış gibi Türk sitelerinin boşluktan ve yalnızlıktan ürküntü hissettikleri sezilir.
Dikkate değeri vardır ki halk, Türk muhacirleri isterken yeni geleceklerin yeni ziraat usullerini kendilerine örnek vererek öğreteceklerinden ümitlidirler.
Çiftçiliği fena(kütü) yaptıklarını, hatta kâfi derecede çalışkan olmadıklarını sızlanarak anlattılar. Altı aydan fazla karla kaplı, muvasalsız(temassız) ve işsiz yaşayışın, yaşayış olmadığını anlamışlardır.”
Katliam sonrası Erciş muhitinin demografik yapısını kalıcı olarak “Türklük lehine” dönüştürülmesi için bazı adımlar atılmıştı. Öncelikle Kars- Arpaçay Kümbet köyünden “ Türk ırkına mensup” 21 hane 138 nüfus Erciş’e yerleştirilmişti.
Erciş’e “Türk ırkına mensup” muhacir yerleştirme uygulaması sadece tek parti dönemi ile sınırlı kalmamış, 1980lere kadar devam etmişti. Öyleki Ulupamir Yaylası Kırgızları olarak bilinen Kırgız asıllı 1150 Afganistan göçmeni, Taliban –Rus savaşında, İslamabat Türk Büyük Elçiliği vasıtasıyla hanları Rahmankul öncülüğünde 1982’de Türkiye’ye gertirildiler. 1983’te 12 Eylül cuntasından yönetimi devralan Turgut Özal Zilan katliamında yakılan ve ahalisinin tamamına yakını katledilen, haliyle bir daha kurulamayan Bonizli, Birhan ve Milk köylerinin arazisi üzerine onlar için konutlar inşa etti. Bu konutlara yerleşen Kırgızların isteğiyle köyün ismi Ulupamir olarak değiştirildi.90lı yıllarda koruculaştırılan bu Kırgız köyü günümüzde de MHP’nin Zilan dağları arasındaki oy deposu görevi görüyor.
Bakanlar Kurulu kararı ile 1931 yılında “Memnu Mıntıka” yani Yasak bölge ilan edilir. Erciş’e konuşlanan 11. Seyyar jandarma alayı söz konusu mıntıkayı sıkı bir denetim altına alır. Bakanlar Kurulu Kararı olmadan hiç kimsenin Zilan memnu mıntıkasına giriş çıkış yapmasına izin verilmez.
Bu karar ile mıntıkadaki katliam bulgularının tamamen elimine edilmesi sağlanmaya çalışılır 1948 yılının nisan ayında çobanlara karakol gözetiminde bir aylık otlatma izni verilir ve ilgili karar 1949 yılında da “seyyar jandarma alayının hayvanlarının askerler tarafından otlatılması” şeklinde genişletilerek tekrar uygulanır...
Katliamdan sonra davar sürülerini büyüten milisler, sürülerini otlatmak için muhitin kısmi de olsa kendilerine serbest kılınmasını defalarca talep eder, Milis kumandanı ve Belediye Başkanı Süleyman Erdinç ,Tunceli mebusu Sahir Sılan’a gönderdiği mektupta “Esas dertlerinin Zeylan yasak bölgesinin açılması” olduğunu belirtir.
Erdinç bunu, kendi menfaatleri veyahut 1948 yılı itibari ile esnetilen iskan kanunu çerçevesinde serbest dolaşım ve yerlerine dönme hakkı kazanan Zilanlıların topraklarına tekrar yerleşmesi ve köylerini inşa etmesi için değil Zilan’daki arazi, su ve vs kaynaklarının devlet hazinesine katkı sunacağı maksadıyla istediğini iddia ediyordu. Lakin bütün girişimlere rağmen Zilan 1950 yılına kadar tamamen açılmadı.
Sürgünden dönen bir kısım Zilanlı, Demokrat Parti iktidarı ile Ağrı mebusu Halis Öztürk aracılığı ile Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a müracaat etti. Böylece “tek parti icraatı” olarak görülen Zilan’daki “memnu mıntıka” kararı, 1 Temmuz 1950’de 5098 sayılı kanun ile kaldırıldı.
(SU/EMK)