Onca insan, geçtiğimiz günlerde (5 Eylül) yaşamını yitiren Erbil Tuşalp’ı andı. Yavuz Önen, Fikret İlkiz, Faruk Bildirici, Nazım Alpman ve daha niceleri, sadece bir arkadaş ve dostu değil, bir habercinin Türkiye tarihinde gündeme dokunuşu, duyarlılığı, cesareti, bilgi ve belgelere saygısı gibi niteliklerini hak ettiği şekilde yad etiler.
Ben de Tuşalp’ı, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sürecinde mağdur tanıkların yaşadıklarını haberleştirmiş cesur bir gazeteci olarak tanıyordum. Sanırım bir araya gelmiş değildik, tanışmıyorduk. Tuşalp’i dostluk ilişkisiyle anamıyorsam da, mesleğe gösterdiği vefa ve “geride bıraktıkları” konusunda hakkını teslim etmemizin bir görev olduğuna inanıyorum.
Yazılarını ilgiyle okuyordum. Muktedirlerin hatalarına tahammülü yoktu, her daim şeriat veya gerici toplulukların yaratabileceği tehlikelere atıf yapardı. Geriye bıraktıklarını zihnimde geçirince, sadece toplumuna karşı görevini yerine getirmiş kıymetli bir insanı değil, özellikle seçilmişlere karşı söz söyleme özgürlüğü ve hakkı konusunda toplumun ve özellikle genç habercilerin önünü açacak hukuksal bir mücadeleyi tamamlamış bir gazeteci görüyorum.
Bundan 15 yıl önceydi. Türkiye, Avrupa Birliği’nin taze “üyeliği müzakere eden”, Türk Ceza Kanunu’nun “yenileyen” ülkesi. Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ise Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın'a açılan davayı iki yazısında eleştirdiği için yargı önünde bir gazeteciyle uğraşmakla meşguldü.
“Siyasetçiyi eleştirme hakkı” için emsal yarattı
O gazeteci, “İstikrar” ve “Geçmiş Olsun” başlıklı yazılarında imzası olan Erbil Tuşalp’ti. Yazılarından birinde şöyle diyordu: “Ama hiç kimse meraklanmasın. İstikrar devam ediyor. Başbakan ve adamları istikrarlı bir biçimde saçmalıyor. Ergenlik yaşında 'imam hatipte yaladığı mürekkeple beynine kazınan İslam hukukunu', ne yaparsa yapsın modern hukukla örtüştüremiyor. İstikrar devam ediyor. Tasalanmayın, Başbakan ve adamları istikrarlı bir biçimde küfretmeyi sürdürüyor. Telaşlanmayın... Van 100.Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın'a destek verenler için suç icat edip, suç duyurusunda bulunuyor. Dışarıda 'memuru olduğu' Amerika'yı, içeride 'memuru olan' savcıyı tahrik ediyor... İnsanların gözünün içine baka baka yalan söylemenin adı, ülke yönetmek oluyor.”
Birgün gazetesi yazarı, bu sözlerden dolayı 2012 yılında, 10 bin TL manevi tazminat ödemeye mahkum edilince, demokratik bir toplumun vazgeçilmez bir değeri olan ifade özgürlüğünün herkes için bir hak olarak kabul görmesi gayesiyle dosyasını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne taşıdı.
AİHM, 21 Şubat 2012 tarihinde verdiği kararla, bir yandan Tuşalp’a hakkını teslim ederken diğer yandan da hiçbir zaman doğru düzgün norm haline gelememiş, “siyasetçiyi eleştirme hakkı” ve “seçilmişlerin eleştiriye toleransla yaklaşmaları zorunluluğu” gibi standartlara vurgu yaptı. Keza kararda, “Türkiye mahkemeleri, Başbakanın şahsi haklarının Sayın Tuşalp’ın haklarına göre daha üstün kılmanın ne gibi bir sosyal zorunluluk oluşturduğunu ikna edici bir şekilde göstermekte ve genel anlamda kamu yararı bulunan meselelerde basın özgürlüğünün geliştirilmesine ilişkin faydaya işaret etmede başarısız olmuşlardır” deniyordu.
Kararın adı “Tuşalp-Türkiye”…
Yargı sisteminin işleyişini en iyi bilen hukukçulardan olması ve AB Reform sürecinde gazetecilik haklarının yasalarda geliştirilmesi için bizzat uğraş vermiş iletişim hukukçusu dostum Fikret İlkiz, AİHM kararını takiben kaleme aldığı “Başbakanı Eleştirme Hakkı” yazısında, haklı olarak endişeliydi:
“Başbakan'ın şikâyetçi olduğu bir ceza davasında Mahkemenin yargıcı; bu kararı örnek alarak sanık hakkında beraat kararı verir mi? Hangi yargı kararında, ne zaman ve hangi koşullarda, ‘Tuşalp-Türkiye’ kararı emsal alınacak acaba?”
Erdoğan’ın Başbakanken de hedef olduğu eleştirilerle arası hiç iyi olmadı. Cumhurbaşkanı iken de itibarlı olmanın yolunun gerektiğinde ceza yoluyla hizaya getirmek gerektiği inancıyla gazetecilere yaklaştı. Ülkesini Avrupa Birliği’nin bir parçası yapma vaadinde bulunan “lider”, ifade özgürlüğünü, “kendisinin eleştirilmemesi” şartıyla bahşediyordu.
Başbakanken, onca tazminat ve ceza davası açan Erdoğan, asıl performansını Ağustos 2014’te Cumhurbaşkanı seçildikten sonra gösterecekti. Bu kez Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söz söyledikleri için binlerce yurttaş, yüzlerce gazeteci hapis istemli davalarda mahkemelere çıkarılacaktı. Çocuklar sosyal medya paylaşımları nedeniyle gözaltına alınacak, akılları başlarına gelmesi için gazeteci ve aydınlar tutuklanacaktı.
Fikret İlkiz haklıydı
Asliye Ceza Mahkemeleri, “Avrupa’da da Kral ve Kraliçeyi koruyan düzenlemeler var” diye maddeyi Anayasa Mahkemesi’ne taşımaya uzun süre ayak diretirken, bu yüksek mahkeme de, “Cumhurbaşkanı’na hakaret” maddesinin iptali için yapılan bir başvuruda, “Maddenin sırf TCK’da bulunması Anayasa ihlali oluşturmaz” gerekçesiyle antidemokratik bu maddeden kurtulma fırsatını heba etti.
İşte Tuşalp’ın mücadelesi, 15 yıl öncesinden ister gazeteci olsun ister olmasın yurttaşın çağdaş düzlemde kamuoyunu ileri taşıma için zorunlu olan eleştiri hakkının önemini kalın harflerle yazılmasını sağladı.
AYM’den “Gülen’i eleştirme hakkı”
Darbe girişiminden çok önce, ancak Gülen Cemaati ile AKP hükümetinin arasının aşamalı olarak kriz ve tehditlerden geçtiği süreçte, Tuşalp’ın dershanelerinin kapatıldığı süreçte Fethullah Gülen’e ilişkin kaleme aldığı sert üsluplu yazısı da gazetecinin mahkum edilmesine neden olacaktı.
“Amerikan çıkar bölgelerine okullar açıp, Amerikan haber alma servislerine bilgi toplamakla iştigal eden emekli vaiz Gülen ‘paragöz iblis, haysiyetsiz sapık, cüzzamlı sürüngen, dolara kara sevdalı, gözyaşı bezirganı, İslami terbiyeden nasipsiz, insanlarımızı morfinleyen sünepe, uyanık bir mazoşist’ gibi sıfatlarla anılıyor.”
İstanbul Anadolu 2. Asliye Ceza Mahkemesi, soL gazetesinde 2013’te çıkan “Alıntı” yazısındaki bu ifadelerden dolayı 11 Aralık 2014 tarihli kararında Tuşalp’i “hakaret”ten 1740 lira adli para cezası ile cezalandırıyor, hükmün açıklanmasını ise geri bırakıyordu. Ancak Tuşalp’ın dosyasını taşıdığı Anayasa Mahkemesi, 23 Ekim 2019’da verdiği ihlal kararında, yerel mahkemeyle aynı görüşü paylaşmadığını bildiriyordu:
“Dava konusu yazıdaki tespitler kamu yararını ilgilendiren konularla ilgili olup yazıda yer verilen ifadeler F.G.nin hayatının mahrem alanına ilişkin değildir. FETÖ/PDY yöneticisi olan şikayetçinin kamuoyunda yoğun şekilde tartışıldığı bir dönemde yapılan tespitler diğer hususlarla birlikte değerlendirildiğinde anılan yazı bir eleştiri niteliği taşımaktadır.”
“Soygun da vurgun da” yazdı, soruşturmalık oldu
Bugünlerde cinsel saldırı, çocuk tacizi, inanç sömürüsü, yolsuzluk meseleleri söz konusu olduğunda haberlerin bir hayli kolay internet dünyamızdan silindiğine, sansür edildiğine tanık oluyoruz.
Erbil Tuşalp yolsuzluk konularında sözünü esirgeyen bir gazeteci değildi, üslubunda buna dair tahammülsüzlüğü iyi anlaşılıyordu. soL gazetesinin 13 Mayıs 2014 sayısı için yazdığı ve “Hırsız da arsız da olsa, soygun da vurgun da yapsa nasıl olsa hiç kimse yalandan ölmüyor” sözlerine yer verdiği “Yasin ile Reza” başlıklı yazıdan da ağrıyacaktı ki, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı, dava açılmasına gerek görmedi.
Yazısında Yasin El Kadı ve Reza Zarrap’ın ortak paydasının “kara para” olduğunu savunan Tuşalp, 11 Eylül 2001 saldırıları sonrası ABD’nin “terörist” listesinde yer alan ancak Türkiye’de hükümet çevreleriyle iyi ilişkiler geliştiren El Kadı’nın “basın yoluyla hakaret” suçlamasına maruz kalıyordu.
Eleştirinin doğası gereği sert ve haşin olmasının beklenmesi gerektiğine işaret edilen, 23 Eylül 2014’te kamuoyuna yansıyan savcılık kararında, “Toplumun genelini ilgilendiren ya da ilgilendirmesi gereken olaylar hakkında bilgi verme, toplumun bu hususlar üzerinde düşünmesini sağlama, toplumda yaşayan bireylerin farkındalığını artırma ve yeni kamuoyunu ilgilendiren konularda eleştirme ve bu suretle denetleme, aynı zamanda basına verilmiş bir görev niteliğindedir” denildi.
Tuşalp, ekranların kimi kiralık papağanlarından olmadı, muktedirlerin uçağında yer garantilemek için kalem oynatmadı. Kendi dünya görüşü çerçevesinde, yaşadığı toplumu günümüz ve ileri tehlikelerden korumak için cesurca yazdı. Daha aramızdayken endişelerinde haklı çıkması, bilgiye, nesnelliğe ve gerçeğe olan saygısından oldu.
Unutmayın genç meslektaşlarım! Bir karar var; adı “AİHM Tuşalp-Türkiye” kararı.
Adını da, gerçeğe ve araştırmaya aşık, toplumun hakkını yedirmeyen, kalemini kırmadan mezara kadar götüren bir gazeteciden alır.
(NÖ)