"Doniña şeylerin kendisinden çok, durumlara ve tavırlara isim vermeyi seviyordu. Kedisinin adı otururken Smith'ti. Ama bir koşmaya başladı mı adı Camoes oluyordu: 'Sıçra Camoes sıçra' ve eğer sıçrarsa Duarte, uyursa Carolina'ydı artık:
'Otur Smith, koş Camoes, zıpla Duarte, uyu Carolina'. Ama patilerini yalamaya başlayınca Doniña artık onu tanıyamıyordu; adlandıramadığı vahşi bir şeye dönüşüyor, onu korkutuyordu."
İsimler ve anlamları üzerine düşünürken İspanyol yazar Santiago Alba Rico'nun Leer con niños kitabından alıp çevirdiğim bu masal geldi aklıma. Bu dünyanın da Doniña'nın kedisi kadar hareketli olduğunu düşünüyorum.
Masaldaki gibi her seferinde, her seferinde yeniden adlandırmak gerekiyor dünyayı, durumları, tavırları. Kalıplar işe yaramıyor artık. Her yeni adlandırmaya göre yeni pozisyon belirlemek zorunda kalıyoruz. Ve, doğal olarak, yetişemiyoruz...
Ne kadar çok okusak, ne kadar çok şey görsek, ne kadar çok şey yaşasak da sonunda dünyanın haberlerin ve yalanların baş döndürücü hızı karşısında acze düşüyor, kendi dünyamızı boş gözlerle dışarıdan seyretmek durumunda kalıyoruz:
Dünya, bizi esirgeyen, bize nimetlerini sunan bizim dünyamız olmaktan çıkıyor. Onu tanıyamıyoruz. Doniña'nın patilerini yalayan kedisi gibi, bizim artık tanıyamadığımız bir çehreye bürünüyor: Kapitalist sistemi esirgeyen, bizi kapitalizme sunan sistemin vahşi dünyasına dönüşüyor, bizi korkutuyor.
"[Doniña'nın] Aynı şekilde üst üste attığında isimleri Caludia ve Marina olan bacakları da -hep biraz aksayarak- yürümeye başlayınca Sisí ve Rodrigo oluyorlardı. Kendi ismi de değişiyordu; yıkanmadan önce ve yıkandıktan sonraki ismi hiç aynı olmazdı. Sonra ne zaman soğuk alıp hastalansa, iyileşince yeni bir isim koymak gerekiyordu ona.
Bir de, mesela bir yeri yara olunca hep Ana Luisa oluyordu adı. Çıplakken Clara'ydı, mutluyken Tereziña. Ama bazı akşamlar hiç isimsiz kalıyordu öylece: Koyu bir hüzün kaplıyordu tüm varlığını."
Eğer şeyler ve anlamlar sürekli değişiyorsa bizim aynı kalmamız mümkün mü? Biz de sürekli değişiyoruz. İtalyan nörobiyolog Pierre Magistretti "Aynı beyinle iki kere düşünemezsin" diyordu İspanyol gazetesi La vanguardia'ya verdiği röportajda: "Çünkü insan beyni her deneyimde, her düşüncede, her anda değişir ve yeniden şekillenir."
Kitabı ilk okuduğumda her banyodan, her hastalıktan sonra isim değiştiren Doniña bana çok fantastik gelmişti ama sonra fantastik olanın bütün hayatını tek bir isim altından yaşamayı deneyen bizler olduğumuzu fark ettim.
Özünde sayısız insan çeşitlemesini ihtiva eden bir insan tek bir isim altında yaşayabilir mi? Bundan bir maraz doğmaz mı?
Bazen tökezleriz, olmayacak bir şey yaparız, düşeriz, yaralanırız ve neden olduğunu çözmek bize pahalıya patlar.
Çözmek zorundayızdır; çünkü çözemezsek bütün hayatımızı aynı hatayı yaparak geçirmek gibi bir Sisifos kaderini yaşamak düşer payımıza. Ya da tam tersi olur; çok mutlu oluruz, ekstasis* yaşarız, ayaklarımız yerden kesilir.
Her zaman farklı biri olarak çıkarız bu tür badirelerden. Ya da ayaklarımız yere değdiğinde artık farklı biriyizdir. Yoksa aynı isim altında sürekli ölerek ve yeniden doğarak mı devam ediyoruz hayata? Anılarda kendimizi hep başka biri olarak algılamamız bundan mıdır acaba?
"Doniña bazen babası antikacı Horacio Sousa'ya şöyle diyordu: 'Baba, ben büyük olsam sen de küçük olsan, o zaman Doniña sen olurdun değil mi?' Bir de şöyle diyordu: 'Ben bir oğlan olsam, sen de bir kız; benim adım Romeo olurdu, seninki de Jüliet'
Ve bir keresinde de duvardaki bir lekeye bakan babası Horacio'ya bakıp dehşetle şöyle sormuştu: 'Peki, ya ben iyi olsaydım baba, sen kötü olsaydın, o zaman ne olurdu?' Antikacı Horacio, hiç istifini bozmadan burnundan parmaklarıyla yumuşacık bir makas almıştı ama Doniña durmamıştı: 'Söyle baba, ne yapardın bana... kötü olsaydın bana ne yapardın?'"
Anlamları sürekli değişen kelimeleri kullanırken en doğrusu Doniña'nın yaptığını yapmaktır bence: Zamanı, cinsiyeti, milliyeti, yaşı bütün şartları değiştirerek kendimiz üzerinde yeniden kurgulamaktır aynı söylemi. Farklı açılardan ve aynada tekrar bakmaktır aynı duruma.
Türkiye'de vecd ile haykırılan 'Ne mutlu Türküm diyene'deki Türk ile Almanya'da bir neonazinin söylediği 'Hey Türk buraya gel'deki Türk arasında dağlar kadar anlam farkı vardır. Almanya'da 'Hey Türk' diye çağrıldığı için övünen kimseyi görmedim ben.
Birisini durduk yere, bağlamla hiçbir ilgisi yokken, normalde hiçbir sorun yaşamadığı, yeri geldiğinde kendisinin de açıkça dile getirdiği dini inancıyla, milliyetiyle, cinsiyetiyle, cinsel eğilimiyle, fiziksel özellikleriyle nitelemek bazılarının adlandırdığı gibi 'dobralık' ya da 'politik doğruculuk' değil, indirgemeciliktir. En hafif tabirle patavatsızlık, en açık ifadeyle aymazlıktır, küfürbazlıktır.
Hayata görmeyen gözlerle bakmaktır: Karşısında bütün kalabalıklığıyla duran insanı tek bir klişe tabire indirgerken hayattan ve onun bin bir yüzünden de bihaber olduğunu gösterir bize. Ama daha da önemlisi, kendisinden, kendi potansiyelinden, ne kadar çok insan olabileceğinden de habersizdir.
Bir insan hikayesinin en hazin yanı da budur zaten. (BK/HK)
* Bu yazı KargaMecmua dergisinin Şubat sayısında yayınlandı.