Sonunda ciddi anlamda bir kabuk değiştirme dönemine girdiğimiz söylemi, heyecanla ve kendi diyalektiği içinde gelişti, budaklandı, bunun bir devrim olduğu tezine kadar geldi.
Doğruya doğru; bu coğrafyada işlenmiş sayısız cinayetin, katliamın faili, o büyük seri katilin neredeyse yakasına yapışıldığı duygusu, hemen herkeste korkuyla karışık bir heyecan yarattı.
İlginç görülen ise, su yüzüne çıkmakta olan onca veriye rağmen " inançsızların", halen varlığını sürdürebilmesi, üstüne üstlük seslerinin çıkması ve taraftar toplayabilmesiydi.
Örneğin "şeytanın avukatı", "tanrının" karşısına değil, biz dünyalıların karşısına dikiliyor ve tanrının da şeytanın da var olmadığını söylüyordu. Bu inançsızlığı, Nietzschevari bir inanca dönüştürüyordu böylece: Tanrının öldüğü yerde, iş gladyotörlere düşer!
Semavi dinlerin, modernizmle birlikte gücünü kaybetmesi ve din devletlerinin çöküşü ile birlikte "tanrıyı öldüren" insan, onun yerine kendini koymanın bir pratiği olarak liberalizmi, ekonomik temelli bir inanç olarak kurarken, demokrasi, bir üst yapı yalanı olarak batının kutsal değeri oldu. Fakat yeni dinin adı aslında "tüketim" idi.
Onlar, hem üretip hem de tüketmeyi başarabildikleri için kendi inançlarının mensubu olmayı başardılar. Bu arada insan temelli, insana inanan bir kavram olarak demokrasi, tamamen alt yapısal bu öğeye bağlı olarak ve onun gereklerine uygun biçimde gelişti.
Bu yüzden demokrasi inancının, alt yapıyı etkileyen bir moral değer olduğunu söylemenin, teorik bir tartışmadan çok, boş bir özlemi dile getirdiği ihtimali gözden geçirilmeye değer.
Bunu, kuramsal bir tartışma olmaktan çekip çıkarmanın bir yolu, şimdi Türkiye'deki siyasal gelişmeler bakmak olabilir: Bu açılımları yapmaya karar verenlere duacı mıyız? Bu karar vericinin, kimlik politikalarına inanmış bir demokrasi sevdalısı olan AKP mi, yoksa dünya konjonktürü mü olduğunun bir önemi var mı? Olmalı!
Batı, tarihin her evresinde yaptığı gibi modernizmle birlikte de bir inanç üretti, bunu bir dine dönüştürmek için de kültürel değerlerle süsledi bu inancı.
Bizler, batının bu dinine inanmak isterken, bir yandan savaşlara asker gönderen batıyı, Avrupa'nın orta yerinde soykırım yapan batıyı, üçüncü dünya ülkelerini köleleştiren batıyı gerçek anlamda eleştiremedik, yeterince düşünemedik, karar verici olamadık ülke olarak. Çünkü bizler, bir ülke olarak varız yalnızca.
Tartışmalarımız, siyasi görüşlerimiz, inançlarımız, simgelerden oluşan bir kutsal soyutluk adına değer biçmekten öte değil. Dolayısıyla batıya, ikiyüzlülük gibi, ideolojiler dışı bir eleştiriyi yöneltirken bile, bu eleştirinin, peşinde koştuğumuz altyapısız demokrasi hayalleriye çeliştiğini de hesaba katmadık.
Oysa hala fark edemedik ki bu kutsal soyutluğa tapan "sınıflar üstü" halk, tanrısını kaybetmiş peygamberlerin tebaasıdır. Kendimizi sınıfsal olarak tanımlayamamış olan bizler, şimdi, içinde herşeyi barındıran fakat kendisi görünmeyen bir kara deliği kozmik ortamlarda arıyor, kendisini kusmasını bekleyerek bize yeniden cennetin kapılarının açılmasını umuyoruz.
Son tahlilde bu ülke, batının küçük burjuvası olmaktan kurtulamamış bir sınıftır. Bunun iktidarsızlığını yıllardır, on yıllardır yaşayan bu halk, gayet bilincinde aslında bunun.
İnanç sistemi kuran özne, egemenlik kazanır. Üstelik gayet de akılcı yapar bunu; somut koşulara göre davranır. İşte bu somut koşulların somut analizini yapmayan Türkiye, modernizmi bir inanç sistemi olarak inşa edemedi bir türlü; bir mit olarak kaldı modernizm, liberal demokrasi ve daha bir yığın Avrupa özlemi.
Bizler, daha ne olduğunu bile çözemediğimiz modernizmin bitip postmodernizmin başladığını bile bir haber olarak bazı dergilerde okuduk. Eğer mitlerden kendimizi kurtarıp kendimizi inşa edebilseydik, kendi antitezimizi de kendimizden türetme ihtimalini görebileceğimiz bir yerde olurduk.
Sorun, batıcı olmak ya da olmamak değil, ne de taraf tutmanın sorumluluğu üzerine tartışmak. Asıl sorun, artık kontrol edemediğimizi bildiğimiz bir devranın küçük nesneleri olarak, asla hak talep edemeyecek olan bizlerin, bir tapınma aracı olarak kendi gladyatörlerimizi kendimizin yarattığı gerçeğini hatırlayamamaktır.
Bu halk, çoğunlukla bu derin yapılanmaları gerçekten bilmiyor olsa da, gladyonun, jitemin, bu "karanlık güçlerin" ülkeyi yönetme biçimini onaylıyordu. Gücünün, ancak kendisini yok etmeye yeteceğini biliyordu bu halk. İşte bu gerçeği dile getirmeyen bir ironidir bu açılım.
Seçkinci cumhuriyet, kendi rejimini bile sağlam temellere oturtup kendini bir azınlık dininden kurtaramadığı bir emekleme döneminde iken, gazetelerde ulus devletin öldüğüne dair haberler okudu.
Bu azınlık ideolojisi ancak despotizmle yönetebildi bu ülkeyi ve şimdi kendi ölüm ilanı ile paniğe düştü. İşte şimdi, bu kabuk değiştirme davasının bir tarafında az sayıdaki köktenci Kemalistler varken diğer tarafında homojen olmayan bir kitle var.
Bu kitle, ezilenleri, solcuları, emekçileri ve azınlıkları kapsadığı kadar, filmdeki ölümcül teşkilatın çökmesini bekleyen heyecanlı izleyiciyi de kapsıyor. Bu çoğunluğun bir inancı yok. Bundan çok daha vahim olan ise, bir inanca sahip olmaya gerek duymaması; filmin heyecanı, yaşamak için yeterli. İhtiyaç duymuyor inanca, çünkü insanın düşünceleri, deneyimleriyle sınırlıdır.
İnsanı merkeze alan bir yaşam biçiminin ilkeleri, kurucu öğeleri oluşamadı, oluşamazdı, bu tamamen suni değerler üzerine inşa edilmiş despot rejimde. Şimdi yarı feodal, yarı burjuva bir toplumdan, nerede olduğunu bilmediğimiz bir ışığı görmeyi umuyoruz.
Aynı izleyici kitle, bu film başlamadan önce 30 yıl süren bir savaş filmi izledi. Süregelen zamanda kısa katliam filmleri izledi, kimi zaman üzüldü, kimi zaman taraf tuttu, kimi zaman vahşete bakamadı, gözlerini kapadı. Tüm bu filmlerin oyuncularını sonradan aralarında gördükçe de tüm bunların birer film olduğuna inancı sağlamlaştı.
Taraf olmanın sorumluluğunu kendinde gören aydın kesim, aynı zamanda söz söyleyen azınlığı oluşturuyor. Şimdi bizler, televizyonda bu heyecanlı filmi izlerken, aydınların, büyük bir kargaşa içinden, gürültüden istifade edip araya birkaç cümle sokuşturduklarını görmeye başladık.
Bu sözler gittikçe bir medya ve devlet tutarlılığına evriliyor. Tartışmaların açılımdan nemalandığını görüyor, yer yer keyif alıyor ve "eskiden bunları konuşmak bile hayaldi" diyerek kendimizle övünüyoruz, yer yerse kızıyoruz.
Oysa anlamıyoruz ki asıl sorun bizim bu varoluş biçimimizde. Gerçekten, çok izleyicisi olan, kendi içinde devrimci bir film, yirmi dört saat yayında ve bizler bu filmi izlemekten asla vazgeçmeyeceğiz. Sonunun iyi bitmesini ummaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Dogmatik rejimlerde toplum, bir dogma olarak kendi yöneticisini ve yönetme ilkelerini baştan kabul eder. Oysa modernist rejimlere geçmekle insan, kendini etken kıldığı bir yaşam biçimine geçtiği umudunu taşıyordu; ta ki küresel ekonomik düzenin herşeyi yuttuğunu artık açık seçik görene kadar.
Toplumun edilgenliğinin, bu sistem içerisinden eleştirilemezliği elbette kabul edilmelidir. Artık toplumlar, yabancılaşacağı bir devleti bile tanımlayamaz bir durumdadırlar. Fakat komik olan; şimdi söz sahibi olamayacağımız devrimlerden, birilerinin bizim adımıza elde edeceği haklardan söz ediyoruz.
Edilgen toplum, sonunda gelişmiş bir demokrasiye ulaşacağına dair işaretlerle heyecanlanırken, tüm bu olanların, kendi dışındaki bir projenin parçası olduğu tartışmaları karşısında kendini aptal yerine konmuş gibi hisediyor olmalı.
Ama yine de ezilen ve horlanan olmaktansa tebaa olmayı tercih etmeyi neredeyse sevinçle kabullenme noktasındayız. Asla sırrına ulaşamayacağımız bir büyük döngüde, bizim için iyi olanı yapacak gibi duran bir hükümetten hemen herkes umutlu şimdi.
Müslümanları katleden bir zalime herkesin içinde haddini bildiren bir delikanlı başbakan, yine katliamlara imza atan Müslüman bir lideri en fazla üstü kapalı eleştirirken tökezlese de, demokrasi havariliği ve darbe düşmalığı yaparken emek-sınıf kategorilerini tam bir kapitalist anlayışla tanımlamaya çalışsa da, sırf bizi bu iktidarsızlık duygusundan kurtardığı için en çok umut bağladığımız başbakan haline geldi.
Getirilen sigara yasağı ve gelecek olan büyük sigara zamlarının, alkole de darbe vuracak bir dini görüşe mi hizmet ettiği, yoksa Avrupa'nın hijyenik ve postmodern baskısına mı tekabül ettiğini tartışmaya hiç gerek yok; her ikisi de aynı ideolojinin ürünü: dünyamızın yönetiminin bir tanrısallığa ulaştığı ve halka sevapları ve günahları öğreten peygamberlere kayıtsız teslimiyetin gerekliliği.
İşte bu tanımadığımız tanrısallığın yarattığı iktidarsızlık duygusu, ordu ve batı tarafından tarihi boyunca ayrı ayrı iğdiş edilen bu toplumun kurtulmayı umduğu iktidarsızlık duygusundan çok daha ötedir. Erkek, erkek egemenliği benimsediği ölçüde iktidarsızdır.
Erkekliğin aslı da bu iktidarsızlığın ta kendisine dönüşür. İktidarsızlıktan kurtulmanın tek yolu, böyle bir iktidar anlayışının reddi olabilir. İşte bu gerçekliği dile getirmeyen bir ironidir bu açılım süreci.
İktidar, eskiden biricikliği kabul olunmuş bir devlete atfedilir ve bu bağlamda hiyerarşik bir iktidarlaşma silsilesi kurulurdu. Şimdi ise ancak "gizli güçler", "karanlık yapılar", "derin yapılar" gibi kavramlarla tanımlanabilen kaotik bir gücün karşısında kayıtsız şartsız bir teslimiyeti ve çaresizliği kabul etmek zorunda hissediyoruz kendimizi.
Aydınlarımız tarafından, yapabileceğimiz en iyi şeyin, neredeyse evden çıkmamak olduğu konusunda telkin ediliyoruz. "Biraz sakin olun, biz inandık; şu AKP, beğensek de beğenmesek de bir şeyleri yoluna koyacak" deniliyor.
"Ilımlı" solcularımız, "sokağa çıkmak" sözünden tiksiniyorlar. Sağduyulu olmak, provakasyonlara düşmemek konusundaki uyarılar, "Siz en iyisi şimdilik hiç bir şeye ses çıkarmayın" anlamını da içerdiği biçimiyle tam olarak postmodern bir baskı aracı olarak kullanılıyor.
Sağduyulu olmakla pasifize olmak, provoke olmakla hakkını aramak arasındaki hiç de ince olmayan çizgi görünmez kılınmaya çalışılıyor. İşin doğrusu bu halk, sokakta hak arama mücadelesini az çok medyada gördüğü işçi sınıfından biliyor.
O yüzden böyle bir geleneği olmayanların sokağa çıkmasından duydukları korku çok da anlaşılmaz değil. Ama zaten ihtiyaç duymayan kimse, sokağa çıkmaz.
Bu durumda ortada iki ihtimal kalıyor: ya herşeye rağmen sessiz kalıp bu karmaşık senaryolardan bizim için olumlu bir sonuç çıkmasını bekleyeceğiz, ya da, şimdilerde çoğu liberal solcunun ağzına bile almak istemediği sınıflar, içerideki izleyicilere seslenecekler.
Tarihsel bir gerçeklik olarak, bu korku, ya bu korkuyu duyanların duygusu olarak kalacaktır, ya da bizler, sahip olmaktan vazgeçeceğimiz bir geleceğin sigortasız bekçileri olacağız.
Deneyimlerle elde edeceğimiz, yeni bir inanç sistemine mi ihtiyacımız var, yoksa var olan inanç sistemimizdeki şeytanın taşlanarak ölmesini beklemeye mi? On yıllarca, yüzyıllarca, sayısız kayıp vermiş halkların, ezilenlerin, katledilmişlerin, sadece hayatta kalmak için yaşayabilmiş emekçilerin, verilen ya da verilemeyen onca mücadeleden sonra, kanla bastırılan onca çabadan sonra, şimdi sadece küresel bir değişimin gerekliliği olduğu için bazı haklarına kavuşabileceği ihtimali, yıllarca dile gelememiş haklı sözlerin, yalan tarihin, şimdi yeniden söylenmesi ihtimali, bunca insan için buruk bir mutluluk mu, yoksa buruk bir acı mı olacaktır?
Bunun cevabını, halkın selameti açısından onlara nasıl davranacaklarını öğütleyen, sağduyu çağrısı yapan seçkin sorumlular veremez elbette. Bu bir cevap değil, bir tercih olacaktır. (OD/EÖ)
(*) Onurhan Demirkol, Öğrenci, Anadolu Üniversitesi.