Son haftalarda kadın ve aile üzerine AKP orijinli üst üste gündeme gelen haberler hem “kurum” olarak ailenin toplumsal mühendislik projelerinin ne denli gözde bir alanı olduğunu hem de tahakküm ve iktidar ilişkilerinin nasıl “yuva” ve “aile saadeti” romantizmi arkasına sığınarak doğallaştırıldığını ifşa ediyor.
Başbakan malum epey uzun zamandır yeni evlenen çiftlere üç çocuk tavsiyesinde bulunuyor. Totaliter sistemlerin iki savaş arasında tavizsiz uyguladığı pro-natalist (doğumu teşvik eden) nüfus politikalarını çağrıştıran bir eda ve üslupla kimi zaman “tavsiye”nin de ötesine geçiyor; üç ve üzeri çocuk sahibi olmayı vatanseverlik göstergesi ve siyasal ikbal için bir nevi liyakat kriteri haline getiriyor.
Bu durumun en trajikomik örneklerinden biri yakınlarda Erdoğan’ın 21 ilin AKP’li belediye başkanı adaylarını tanıtırken yaşandı. Bilecik Belediye Başkan adayı kürsüye gelirken Erdoğan ona dönerek “tabi bir hatanız var, belediye başkanı olarak en az üç çocuk olması lazım” dedi. Sekiz çocuklu Şırnak Belediye Başkanı adayını ise tebrik edip örnek gösterdi. Tüm bu temaşa sırasındaki gülüşmeler ve alkışlar yanıltmasın, Erdoğan’ın “mizah” yüklü takılmaları ya da sempatik olma çabaları falan değil mevzubahis olan, doğrudan zihnindeki “makbul aile“ tablosu. AKP zaten bir süredir çocuk teşvikini bir hükümet politikası haline getirdi.
Hutbeyle hizaya sokma
İkinci haber ise Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırlanan ve Kasım ayının son cumasında tüm camilerde okunan hutbeye dair.
Diyanet İşleri denilen kurumun terkibi ve amaçları üzerine çok söz söylemeye gerek yok. Zira kurulduğu andan beri Diyanet İşleri Althusserci manada devletin ideolojik aygıtlarından biri. Kritik meselelerde devlet tezlerine “dini meşruiyet” sağlamak için bütçelendirilen bir kurum.
Zamanında radikal İslamcılar tarafından bu özelliği ile yerden yere vurulan Diyanet, tıpkı YÖK ve benzerleri gibi bugün için muhafazakâr ve İslamcıların çoğunun gözde teşkilatları arasında. Dolayısıyla yine AKP iktidarı boyunca daha net ortaya çıktığı üzere sorun “kurumlar” ile değilmiş, tüm mesele o kurumlara hükmeden iradenin kimliğiymiş.
Biz yine meşhur hutbeye dönelim. Mevcut metinde “geçerli bir sebebi” olmayan kadının boşanma talep etmesi hadislerle kınanmış; bir de üstüne kadınları boşanmaya kışkırtanlar olduğu “saptaması” üzerinden “fitne odakları” tespit edilmiş.
Hiç ama hiç şaşırmadık, bu ne garabet demedik. Çünkü Diyanet’in kurumsal ve “derin din bilgisi”nin iktidarın tasarruflarına ve niyetlerine göre biçimlenmesi adettendir.
Her bir boşanmada “geçerli sebep” için Diyanet’e mi danışılacak bilinmez ama bu memleketin “mesut aile” tablosunda ne hikmetse “geçerli” neden bulmak kolay değil.
‘Kol kırılır yen içinde kalır’ üzerine kurulu yapıda ekonomik baskı, dayak dahi “sebep” sayılmazken bir de siz kalkın “artık sevmiyorum” diyin. O da ne! Olmaz efendim olmaz! Kadının sevgisi devlet ya da koca bitti demeden bitemez! Hele çocuk varsa zinhar! Hükümet eliyle çocukların yaşamını okuldan sokağa ticarileştiren, çocuk işçileri görmezden gelen, çocuk gelinler hakkında doğru düzgün kovuşturma yapmayan, yurtları iyileştirmekten sadece cinsiyete göre bina ayrımını anlayan, öğrenci evlerini polis marifeti ile denetlemek isteyen iktidar iş boşanmaya gelince bin kaplan gücünde!
Yalnız hükümet de değil; ailelerin mevzu bahis boşanma olunca bu topraklarda nasıl kadınlar aleyhine hücuma geçtiğini tecrübe etmemiş herhalde yoktur. Fatma Şahin’in sık sık referans yaptığı aile büyükleri ve imam, muhtar vb. “bilge şahsiyetler” arabuluculuk adına kadınları mutsuz bir hayata az mahkum etmedi.
Bir de bahsi geçen hutbede Diyanet’in zikrettiği “fitne odakları” var elbette. Kadınların aklı, duyguları yok ya önüne gelene kanıyorlar! Bir adım daha ileri giderek yakında bu “fitne odakları” Diyanet tarafından gâvurlar ya da iktidarın gözünde bin beter olan Gezi direnişçileri olarak ilan edilirse hayret etmeyiniz.
Zorunlu evlilik terapisi
Diyanet “kurum” olarak boşanmaya karşı mücadele devlet timinin tek bileşeni değil. Boşanma davalarında duruşma tarihleri arasını açmak bir süredir uygulanan bir strateji. Bir nevi yıldırma ve hayatı ipotek altına alma siyaseti güdülüyor. Yine daha çok yakınlarda AKP’nin aile ve sosyal politikalardan sorumlu bakanı Fatma Şahin, Başbakan’ın gözde ve makbul kadın siyasetçisi olarak “boşanma-savar” olmayı bakanlığın bir numaralı fonksiyonu haline getirmeye karar vermişti.
“Modern insanın dramı” süslü hitabeti ile AB ülkelerindeki ailelerin “çöküşünü” örnek göstererek aileyi muhafaza etmek adına boşanmaları zorlaştıracaklarını söylemişti. Çok geçmeden Aile bakanlığı ile Adalet Bakanlığı’nın ortak çalışma yaptığı ve boşanmak isteyen çiftleri 360 dakikadan az olmamak kaydı ile zorunlu danışmana sevk etmeyi düşündükleri ortaya çıktı.
Hani 28 Şubat’ta İslamcıların “ikna odaları” ile imtihanı gibi şimdi de boşanmak isteyenler evliliklerini sürdürmeye “ikna” edilecekler!
Hedef başka
Hal böyle iken hükümetin devlet araçları ile yürüttüğü bu kampanyanın arkasında ne yatıyor?
Bu soruya birbirlerinden bağımsız olmayan iki düzlemde yanıt aranabilir.
İlki doğrudan bugünkü iktidarın ideolojik yönelimleri ve devraldığı miras. Devraldığı miras deyince de sadece Milli Görüş zihniyetini kastetmiyorum. Çünkü bu topraklarda ulus-devletleşme macerasının başlangıcından itibaren devletin aileye müdahale etme hevesi yüksektir. Hem İttihatçılar hem de Kemalistler “milli aile” inşa etmek için kadını özgürleştirme adına araçsallaştırmıştır. Aile kurmada asıl olan menfaatin kadın ve erkeklerin talepleri değil devletin ihtiyaçları olduğunu argümanını hareket noktası kılan bu gelenek kadınların geleneksel rollerinin üzerine bir de “milli” roller eklemiştir. AKP’nin aileye müdahale etmenin toplumsal mühendislik projelerinde en önemli durak olduğunu düşünmesinin böyle bir geçmişi var. Tek fark projelerdeki içerik yoksa müdahale etmeyi bir gereklilik olarak algılayan tahakkümcü bakış aynen yerinde. İtaati, mevcut iktidar ilişkilerini muhafaza eden, geleneksel namus anlayışını yeniden üreten bir aile tasarımı her muktedirin iştihanı kabartıyor.
İkinci düzlem ise doğrudan hükümetin ekonomi politikaları ile ilişkili ve bu anlamda yeni sağın gramerine uygun. 1980 sonrasında İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan geleneksel aileyi geri çağırmıştı. Burada hedeflenen devletin çekildiği sosyal politika alanında oluşan gerilimleri geleneksel aile yapısını yeniden canlandırmak suretiyle gidermekti.
Çocuk bakımından evde hasta tedavisi ve yaşlılarla ilgilenilmesi gibi temel “bakım” fonksiyonlarından çekilen ve bunları piyasaya bırakan devlet bilhassa orta-alt sınıflarda karşılaşılan problemleri bu yolla gözden uzak tutmak istiyordu. AKP hükümeti de çok temelde benzer bir noktadan hareket ediyor. İslami motiflerle “terbiye” edilmiş geleneksel aile modelini yükselmesi muhtemel gerilimlere panzehir olarak sunuyor. Zira onların ortaya koyduğu şekliyle “aile”nin tahakküme dayalı bir solidarizm içerdiğini biliyor. İstihdam paketi ile mesele beraber düşünüldüğünde asıl amaçlananın bir yandan esnek istihdam ile kadınların emeğinin sömürülmesini düzenlemek diğer yandan da geleneksel külfetlerinden kaçınmalarını önlemek olduğu görünüyor.
Mutluluk özgürlükten geçer
Ben aile denilince birbirini yargılamadan, bedel şart koşmadan seven insanların oluşturduğu birlikteliği anlıyorum. Yoksa heteroseksüel bir kadın ve erkeğin üç beş çocuk sahibi olması değil benim zihnimdeki mutlu aile tablosu.
Aile’nin “kurum” olmasından da birbirini seven insanlar üzerinde devlet ve aile baskısını anlayanlara zıt olarak hukuken dezavantajlı olan tarafın korunmasını anlıyorum. Evliliklerini aşk üzerine değil de “rasyonalite” üzerine kuranlar boşanma aşamasında “rasyonellik” temelli ikna edilebilirler belki. Ancak insanların kaderi sırf T.C karşısında imza attı diye devletin “âli menfaatleri”ne ya da piyasanın beklentilerine göre şekillenemez.
Çocukların hayata neşeyle tutunması da mutsuz anne babaların evliliklerini zoraki biçimde sürdürmesi ile sağlanamaz. Mutlu kadınlar ve erkekler için “ikna odaları” değil sonuna kadar özgürlük! (GGÖ/HK)