1970’lerde doğmuş çocuklardanım ben. Salonunda siyah beyaz ekranlı televizyonu olup, çalışmayan düğmesine bir kibrit çöpü sokulduğunda ilk günkü gibi çalışan ve yukarından sert bir yumruk yediğinde, aklı başına gelip görüntüsü düzelen o televizyonların ekranlarında kalmıştır bizim biraz çocukluğumuz. Gazinolara gidecek kadar şanslı olamasak da, televizyonlarımızda çıkan şarkıcıların her bir ifadesine dalıp gitmişizdir o yıllarda. Sanki o şarkılar akşam yemeğinin ardından açılmış bir televizyonda değil de, evimizin içinde ve hatta salonumuzda söylenmiştir bizim.
Bazı şarkıcıların bakışlarını, mimiklerini ve hatta söylerken kafasını ne zaman sola çevireceğini ezbere biliriz. Mesela ben çocukken, Erol Evgin çıktığında televizyona, adeta kilitlenirdim. Sanki yeterince yaklaşabilsem televizyona, Erol Evgin televizyon ekranından elini uzatıp usulca kafamı okşayacak gibi söylerdi o şarkıları. “Evlerin ışıkları bir bir yanarken, bendeki karanlığı gel de bana sor” diye öyle içten söyler ve hüzünlenirdim ki, çocuk yüreğime o hüzünler nasıl sığarmış, şimdi düşündükçe şaşıyorum. İşte bu nameleri ve sözleri sadece salonumuza değil, içimizde bir yerlere aldığımız için o şarkılar kalbimize işledi bizim ve oralarda bir yerlerde hep kaldı. Kırk yıl sonra bile, çocukluğumda sevdiğim bir şarkıyı duyuversem, yıllar önceye gider ve salonumuzda televizyonun önündeki halının üzerinde otururken bulurum kendimi, gözlerim bazen nedensizce doluverir.
Daha ilkokula bile gitmezken, evimizin salonunda sahne alan ve ekranımızda ağırladığımız kadın solistlerden biri de Müzeyyen Senar’dı bizim. Nasıl bir güzel sesti öyle. Hiç unutmam; bir akşam söylediği şarkı bitirince, annem bana dönüp “Müzeyyen Senar hem sahnede şarkı söyler hem de rakısını içermiş, sonra da rakı bardağını şöyle atıp kırarmış” demişti, canlandırmasını da yaparak. İnanamamıştım. Kadın, yani hem de bir kadın, inanılmaz bir şey yapıyordu. Rakı içiyordu ve üstüne üstlük rakı bardağını öylece atıp gidiyordu. Ne kadar korkusuz diye düşünmüştüm. Omuzlarını şöyle açıp, göğsünü gere gere şarkı söylerdi Müzeyyen Senar. Sadece şarkı söylemezdi, çocuk aklımla tehlikeli şeyler yapan, bir değişik kahraman kadındı Müzeyyen Senar benim için. İlkokula yeni başlamış bir küçük kız çocuğu, ne zaman öğrenir ki rakının erkek ellerine ait olduğunu? Ve bizi cinsiyetlerimizin toplumsal algısına hapseden tüm bu kodlar ve normlar, tıpkı bir şarkının hüznü gibi ne zaman içimize işler ve hep orada kalır?…
Yıllar sonra Fatih Akın’ın “İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek” filminde gördüm kahraman kadınım Müzeyyen Senar’ı. Elinde bir rakı bardağı, hafif sallanarak, sürmeli gözlerini kocaman açmış ve sadece gözümüze bakarak değil, yüreğimizin ta dibine bakarak bütün ihtişamıyla söylüyordu:
“Sofular haram demişler bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne
Haydar Haydar, günah benim kime ne”
Şarkı bitince, işte o an geliyor ve Müzeyyen Senar rakı bardağını bir damlasını bile dökmeden eliyle çevirip çevirip, bir dikişte içiyor ve bardağı fırlatıp atıyordu; öfkesizce sanki bırakıverir gibi. Bununla da yetinmeyip filmin sonundaki röportajın sonunda, bir elmayı ikiye bölüp röportaj yapana uzatıyordu. İşte benim kahraman kadınım buydu, karşımdaydı. Sinemanın koltuğunda gözlerim dolu dolu izlemiştim. Dün ölüm haberini alınca, içimde bir yer koptu sanki, ayrı bir üzüldüm. Çok güzel ve cesur bir kadını kaybettik biz. Bu topraklarda cesur kadın kolay yetişmiyor, hele de yüreğimize namelerini akıtan ve rakı bardağı eline bu kadar güzel yakışan, o bardağı pervasızca bu kadar güzel sallayabilen bir kadın hiç kolay yetişmiyor.
Kadınlığımıza ve bedenimize yönelik saldırıların aymazlaşıp, sınır ve izan tanımadığı bir dönemden geçiyoruz. “Eşitliğe ters” fıtratımızı, nasıl iffetli kadınlar olacağımızı, çocuk doğurup doğurmayacağımızı, -hadi doğurduk diyelim- kaç çocuk yapacağımızı hiç durmadan yüzümüze haykırıyorlar. Ataerkil sistem yeniden ve yeniden kendini üretiyor ve gün geçtikçe güçleniyor. Boğuluyormuş gibi hissediyorum. Televizyonlarda bu haykırışlar devam ederken, bir adam çıkıp meclise dilekçe veriyor ve bekar erkeklerin cinsel ihtiyaçlarını karşılamak üzere ödenek verilmesini talep edebiliyor. Ve dahi utanmadan gazetelere poz verebiliyor. Karısını otuz beş kere bıçaklayıp öldüren adam, bir değil, iki değil, tam otuzbeş kere yüreklerimize korkuyu salıyor. Tüm bunlar hayatımızda bir şekilde giriyor ve “normal”leşiyor. Oysa biz biliyoruz ki “Kadınların ve kızların bedenleri demokrasinin sınırlarını belirler. Zillah Eisenstein”
Velhasıl siz haykırıp durun beyler; daha küçücükken, “tüm kötülüklerin anasını” elinde korkusuzca çevirmiş bir kadının, Müzeyyen Senar’ın sesi kaçtı içimize bizim. Bazen kekelesek de, azıcık bir melodi duyduk mu hiç teklemeden “Günah benim, kime ne” demesini de biliriz biz. Hem de gözünüzün içine baka baka, ta yürekten…
Bu topraklardan bir Müzeyyen Senar geçti. Güzel ve cesur bir kadın değdi hayatlarımıza. Çocukluğumun korkusuzu ve kahraman kadınıydı. Bizi bizden alıp götüren, o güzel sesiyle yaşasın… (ÖA/HK)
Dokuz Eylül Hukuk Fakültesi mezunu olan Özlem Altıparmak, halen Ege Üniversitesi Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı'nda yüksek lisans yapıyor. Raoul Wallenberg İnsan Hakları ve İnsancıl Hukuk Enstitüsü'nde program sorumlusu olarak çalışıyor. |