Libya'dan ağzı yanan Türkiye Suriye'yi üfleyerek yiyor.
Ya da aslında tam tersi; Libya'yı üfleyerek yemek isteyen Türkiye o kadar çok kaybetti ki, şimdi Libya'da kaybettiklerini kazanmak ve aynı hatayı bir daha tekrarlamamak adına her porsiyona bodoslama dalıyor.
İnşallah ağzı yanmaz, çünkü Türkiye'nin ağzı bizim ağzımız: Tamam, konuşurken ve yerken muktedirlerin ağzı, ama susarken ve yanarken hep bizim ağzımız.
Türkiye Libya'da kaybettiklerini kazanabilir mi? Aslında eli iyi, diyor uzmanlar, elde edebileceğinden çoğuna tamah etmezse, kazanabilir. Ne var elinde? Üç önemli kozu var: 1) Füze kalkanı, 2) İsrail karşısındaki aleni haklılığı 3) Suriye ittifakı.
Şu İsrailli maddedeki "aleni" önemli; çünkü bu zahiri bir karşıtlık: Türkiye ve İsrail 'zımni' müttefikler. Hiçbir ülke hem İran'a karşı füze kalkanının ülkesine yerleştirilmesini kabul edip hem de İsrail'e karşı olamaz.
Hiçbir ülke hem Esad rejimini yıkma pazarlıkları içinde olup hem de İsrail'e karşı olmaz. Ya da şöyle diyelim; bu iki konuda sorun çıkarmadıktan sonra isterse sonsuza kadar İsrail'e karşı olsun, kimse ciddiye almaz, kimse inanmaz.
Şuna da kimse inanmaz: Uluslararası anlaşmalarını yapmış, lisansını almış, platformunu kurmuş, aramalara başlamış bir Kıbrıs Rum Kesimi'nin yanına elindeki tek vasıtayla, yani Koca Piri Reis adlı 1978 model bir 'sismik taka'yla gidip biz de petrol arayacağız dersen sana gülerler.
Sınırdan sondaja eğim verip Suriye topraklarındaki petrolü hortumlamayı düşünen Bay Unakıtan'a benzersin.
Bir de şu var; İsrail, Gazze'de 1 ayda 1500'e yakın Filistinliyi öldürdüğünde yahut Akdeniz'de, açık denizde gemini basıp, dokuz vatandaşını katlettiğinde, gemini ve içindeki yolcularını esir aldığında kriz çıkarmayıp yıl aşırı bekleyecek kadar mülayimken, Suriye'yle kendi vatandaşlarını öldürüyor diye altı ay içinde bütün köprüleri atarsan da kimse inanmaz sana.
İyi de ne oluyor Türkiye'ye, niye bu tiyatro? Birdenbire Filistinlilerin en büyük hamisini oynamaya başladı. Arap Dünyası'na yol gösteren laik bir zühre yıldızı, Doğu Akdeniz'de hovardalık eden badem bıyıklı bir Osmanlı levendi oluverdi. Ne oluyor?
Bakalım: Türkiye Palmer Raporu'nun ardından İsrail'e verdiği ültimatomda seyrüsefer serbestisi için gerekli önlemleri alacağını söyledi. Yoksa İsrail'le savaş mı çıkacaktı? Türkiye kılıcını çekip Filistinlileri kurtaracak, Gazze'deki ablukayı kaldıracak mıydı? Tıpkı filmlerdeki gibi..
İran'ın etkisi
Başbakan Newyork'tan bildirdi: Firkateynler ve hücumbotlar petrol arama bölgesini sürekli takip edecekler. Buna şimdi denizaltılar da eklendi. Sakın Kıbrıs'la, dolayısıyla AB'yle bir sürtüşme olmasın? Ama bir AB ülkesini hedef alan firkateynler nasıl oluyor da Taşucu'nda NATO üssünde bekliyorlar?
Ya şu Amerikan gemisi USS Monterey? Neredeyse hiç haber bile olmadan, bir hayalet gibi İskenderun Körfezi'ne yerleşti. Füze kalkanının parçası olduğu söyleniyor: Füze kalkanı sisteminin tespit ettiği bir tehlikeyi Türkiye'ye ulaşmadan bertaraf edebilmek içinmiş. Sakın arada başka hedeflere de dönmesin yüzünü?
Peki Kürdistan'da neler oluyor? Şu Kürtlerin yaşadığı dört ülke arasında bölünmüş geniş coğrafyayı kastediyorum.
İran temmuzdan bu yana PJAK'a kara harekatı düzenliyordu. Yalnızca Kandil'de değil ama. Kuzeyde Khoy'dan (Doğubayazıt civarı) güneyde Kirmanşah'ın sınır bölgelerine (Bağdat'ın birkaç yüz kilometre kuzey doğusu) kadar.
Türkiye'nin Füze Kalkanı projesini duyunca birden duraladı ama sonra tekrar devam etti Kürtlerin yaşadığı sınırlarını temizlemeye. Temmuz'daki şevk artık yok tabii.
Irak da boş durmadı: Kürdistan Özerk Bölgesi dahilinde olmayan Kirmanşah sınırındaki (Assadiyah, Xaneqîn) Kürt nüfusu iç bölgelere ve güneye sürdü.
Ya Türkiye? Hava harekatları, bombardımanlar malum. Hepimiz Hakkari-Irak sınırındaki hareketliliğe bakıyoruz ama Cizre ve Suriye'de Kürt nüfusun merkezi Kamışlı'nın hemen dibindeki Nusaybin'de de epey hareketlilik oldu, hayli asker yığıldı.
Türkiye'deki askeri hareketliliğin merkezi Şırnak ve Şırnak, Kandil'den ziyade Suriye'ye; özellikle de Suriye-Irak sınırına ve Suriye Kürtlerinin yoğun olduğu bölgeye yakın.
Durum şu; Kürdistan coğrafyasını bölen sınırların altı çiziliyor, etrafı temizleniyor.
İçeride ise Kürt halkına ve sivil Kürt politikacılara da yoğun bir baskı uygulanıyor. Her gün onlarcası gözaltına alınıyor ya da tutuklanıyor. Polisin ve askerin sivil eylemlere müdahaleleri sertleşti.
Bölgede her gün saldırlar baskınlar oluyor, askerler ve polisler can veriyor. Ve bu ölümler, 'entegre strateji'nin bir parçası olarak, çok az haber oluyor.
Entegre strateji
İyi de bunlar ne anlama geliyor? Sadede gelelim: İsrail'le bir şey olmayacak. Türkiye Akdeniz'de muhteşem sismik gemisi Piri Reis'le petrol bulamayacak. Ama bunlar Doğu Akdeniz'e firkateynler hücumbotlar ve denizaltılar çıkarmak için bahane olacak. Türkiye Kıbrıs'a ve İsrail'e bağıracak ama Suriye anlayacak.
İsrail'in Kıbrıs'ın güneyindeki petrol platformunu koruyan firkateynleri ve F-16'ları ile Türkiye'nin Kıbrıs'ın kuzeydoğusundaki 'sismik taka'sını koruyanlar müttefik kuvvetler. Suriye Harekatı için oradalar. Muhaliflere silah sevkiyatının güvenliği için. Biri kuzeyi tutarken biri güneyi tutuyor: Muhasara şiddetleniyor.
Orayı hep onlar mı tutacaklar, yoksa olası küçük çaplı bir sürtüşmeyle bölgeye başka donanmaların da gelmesine mi vesile olacaklar, bunu zaman gösterecek. Ama şu çok net; Amerika, 'şımarık çocuk' İsrail ve 'mülayim çocuk' Türkiye birlikte hareket ediyorlar: Esad yönetiminin etrafındaki çember daralıyor, günleri sayılı.
Ve Kürt coğrafyasındaki tüm bu bombardımanların, hava ve (olursa) kara harekatlarının, sınırlardaki hassas temizliğin ve önlemlerin, Türkiye'de ki Kürt halkına ve siyasetçilere yapılan baskıların tek bir temel amacı var:
Kürtler arasında bir koordinasyona izin vermemek, sınırlara yönelik bütün tehlike geçinceye kadar her birinin kendi derdine düşmesini sağlamak.
Ve aynı "entegre strateji" içerideki Kürtlere de uygulanıyor: Öcalan İmralı'da tecritte. Sivil Kürt politikacılar gözaltı ve tutuklama terörüyle uğraşıyorlar: Bir yarısı içeride, bir yarısı dışarıda; milletvekilleri dahil.
Kandil'de neler oluyor bilmiyoruz ama içeride PKK saldırıları sürüyor ve Ankara'nın da çok iyi bildiği gibi Öcalan'a tecrit kalkıncaya kadar da sürecek:
Başbakan "onlar görevini yapıyor, biz de görevimizi yapacağız" derken dili sürçmedi. Ne dediğini iyi biliyordu. Ve bu 'entegre strateji'nin başındaki Başbakan Yardımcısı Beşir Atalay da "içeride ve Kandil'de rahat hareket edemeyecekler" derken ne dediğini iyi biliyordu.
Bu arada Suriyeli muhalifler Türkiye'yi üs bellediler, aylardır neredeyse sürekli toplantı halindeler. Geçtiğimiz günlerde İstanbul'da Suriye Ulusal Konseyi'ni kurduklarını ilan ettiler. Antakya'daki kamplara gidip geliyorlar mı, bir haber okumadık.
Ama Başbakan bile BM toplantısından Antakya'daki kampları ziyaret kararıyla döndüğüne göre onların da güçlü bir organik ilişkileri var. Formül ne? Görünüşe göre şu: Muhaliflere mali destek Suudilerden ve Katar'dan, askeri destek ABD'yle 'şu şımarık şey'den ve lojistik ve örgütlenme desteği de Türkiye'den.
Türkiye ne kazanmayı umuyor, ağzına çalınan bal ne henüz bilmiyoruz. Şimdiye kadar tek gördüğümüz Kandil'e hava harekatı izni. Bunca yükün altına bu manasız hava harekatları için girmemiştir herhalde. Yavaş yavaş ortaya çıkacaktır.
Ama ümit edelim riskleri iyi hesaplamış olsun. Ateş Türkiye'ye de sıçramasın. Gelen Suriye giden Suriye'yi aratmasın. Uzun vadede İran'a 'bir şey' olursa, uzun vadede Türkiye'ye de 'bir şey' olacağının farkında olsun.
Bundan 20 yıl önce Türk cumhuriyetlerini nasıl kaybettiğini hatırlasın. Türklere Müslüman, Müslümanlara Türk, Avrupalılara Asyalı, Asyalılara Avrupalı göründüğünü unutmasın.
Bu politikanın sonunda, şu hengame geçip toz duman dağılınca, kendisini elinde bir avuç dolarla kimsiz kimsesiz (Türkiye vatandaşı Kürtler de dahil) bırakacağını bilsin.
Ve bıraksın şu Osmanlı halüsinasyonlarını, tedavi olsun: Bir avuç dolar için saçma sapan politikalar uygulayıp bu ülkenin askerinin, polisinin, sivilinin, tek bir insanının canını tehlikeye atmasın. (BK/HK)