Hem saklanan, hem göz önünde olan o hakikat neredeyse kendi iradesiyle ortaya çıktı ve inşaat makinelerinin kepçelerine takıldı. Toprağın altında yirmi bine yakın insanın kalıntıları olduğu tahmin ediliyor.
Topraktakilere "kayıplar" "faili meçhuller" bazen sadece "kemikler" deniyor. Onlar, geride kalması arzulanan "karanlık geçmişin" bir parçası; hep birlikte işlenmiş bir cinayetin, toplumsal bir kusurun, bu topraklara musallat olmuş bir katliam illetinin kurbanları...
Kimdiler, neden öldürüldüler, hangi amaçlar uğruna mücadele etmişlerdi? Bu soruların karanlıktan çıkma serüveninde hiç yeri yok.
Geçen haftalarda İnsan Hakları Derneği (İHD) toplu mezarları gösteren harita çıkardı. Bu haritayı yayınlayan bir gazetenin yayın yönetmeni, haritaya, bir de hayatlarını yitiren askerlerin eklenmesiyle ortaya çıkacak tablonun ülkeyi barışa götüreceğini söyledi.
Bu "denkleştirmeyle" faili meçhullerin devlet politikası, savaşın meşru addedilen bir veçhesi addedildiği, sivil cenahtan ve "barış" adına bir kez daha teyit edildi.
Yayın yönetmeni öldürülen yirmi bini aşkın gerillaya haritada yer bulamadı. Belki aklına da gelmedi.
Onlar, Diyarbakır'da Hatip Dicle'nin milletvekilliğini gasp eden Oya Eronat'ın tercih edeceği bir deyimle "ebedi-ezeli kötüler" olarak kamusal söylemin dışındalar ve ne hayatları ne ölümleri hakkında konuşulabiliyor.
Böylelikle kimyasal silah dahil, her türlü insanlık dışı yöntem kolayca kullanılıyor; oralarda bir yerde, çok yakında olsa da yabancı gelen, çünkü yabancı olması gereken bir yerin dağlarında "başarılı" biçimde bombalandıkları duyuluyor. Uçaklar inip kalkıyor, ama televizyon kapanınca bu da kayboluyor.
Faili meçhuller terörle mücadelenin meşru bir yöntemi olarak addedildikleri için ve bu söylemsel arenada bir "şeye," bir "malzemeye" dönüştürüldükleri için terazinin kefesine yerleştirildiler.
Diğer kefeye de savaşta hayatlarını kaybeden askerler konuldu. Askerler azıcık daha "şanslı" görünüyor, onlar için törenler düzenleniyor, ülkece yasları tutuluyor, ailelerine belki maaş bağlanıyor ve gazetelerde fotoğrafları yayınlanıyor.
Asker anneleri bunların yetmeyeceğini biliyor ve artık gözyaşı para etmediğinden televizyona ya da gazete sayfalarına az da olsa yansıyabilen öfkeleriyle oğullarının "şeye" dönüşmesine engel olmaya çalışıyorlar. Çünkü herkes seziyor ki, konu sadece teraziyi dengede tutmaktan, basit bir değiş tokuştan ibaret.
Kayıplar ise "satılmaya" ve "alınmaya" değer olmalarını, kayıp duygusunun da kaybolmasına, tamamen ters yüz edilmesine, kaybı anlamsızlaştıran başka bir gerçekliğe transfer edilmesine borçlular. Televizyon kanallarında, iki reklam arasında ve bir diziden sonra çarpıcı alt yazılar ve anonslarla sürükleniyorlar. Kendilerine anlam kazandıran toplumsal siyasi hakikatin yok oluşunu teyit etmek, bizzat kendi kayıp duygularının yok olmasına hizmet etmek için oraya çağrıldılar. Görünür olmalarının tek koşulu, yaşarken kim olduklarını görünmez kılmaları.
Çukurlar açılırken, karmaşık çok katmanlı, kendiliğinden ve yönsüz bir "yüzleşme" süreci (daha çok söylemsel düzeyde kalmakla birlikte) farklı bir boyut ve ivme kazandı. Savaşın içinde yeni bir savaş başladı. Bu savaş ölülere, tarihe ve geleceğe karşı veriliyor.
Ölenler kim, neden öldürüldüler?
Faili meçhul olarak anılanlar, siyasi görüşleri ve eylemleri nedeniyle devlet tarafından öldürülen yirmi bine yakın kadın-erkek Kürt yoksulu... "Terör örgütü" sempatizanları, "Öcalan irademdir" diye imza atanlar, "terör örgütüne" destek verdiği gerekçesiyle köyleri yakılanlar. Bir zamanlar hayattaydılar, bir isimleri, bir evleri, bir aileleri, okulları, işleri, umutları ve inançları vardı.
Kendi kimlikleriyle, anadillerini konuşarak, kendilerini yöneterek, demokratik bir ülkede özgür ve eşit biçimde yaşamak uğruna mücadele ettikleri için "kaybedildiler".
Toprağın henüz üstünde olanlar, boşaltılan-yakılan binlerce köyden kapanmaz yaralarla, evlat acılarıyla kopup metropollerde işsizliğe, şiddete, güvencesizliğe, evsizliğe mahkûm edildiler.
Bu hakikat ne özürle, ne tazminatla telafi edilebiliyor ve revaçta bir kavram olan "devlette devamlılığın" izi, Dersim mezalimi, faili meçhuller, Roboski katliamı ile "KCK" operasyonları arasındaki bağda sürülebiliyor.
Faili meçhul cinayetler, aynı Latin Amerika'da ve Vietnam'da olduğu gibi kimi kez hedef gözetmeyen zalimane ölümlerle halkın direnişini kırmayı ve özgürlük hareketine destek olmasını engellemeyi amaçlıyordu. Bu ülkelerdeki CİA çıkışlı kontrgerilla, koruculuk, kelle avcılığı, muhbirliğe zorlama, köy yakma, psikolojik savaş ve medya saldırısı eksiksiz olarak hatta fazlasıyla uygulandı.
Katliamlar, ordunun emir komuta zinciri altında ve sivil yönetimlerin bilgileri ve yetkileri dahilinde gerçekleştirildi. Kaybedilme ve faili meçhul cinayetler, sorumluları, hükümetin ve ordunun en üst düzeylerinde olan, devlet politikalarıydı. Katiller gizlenmiyor. Katliamlar ve insanlık suçları karanlık mihrakları değil, ulus devlet politikalarını, el koyma, mülksüzleştirme, köleleştirme gibi ekonomik-siyasi sonuçları ve sebepleri işaret ediyor.
Suçu katledilenlere yıkmak
Kürt hareketi ve insan hakları örgütleri yıllardır faili meçhullerin aydınlatılması için mücadele etti; kimileri bu yüzden tutuklandı, hatta kaybedildi. Hakikat komisyonları, İmralı Adası'nda tecritte tutulan muhalif siyasi lider Abdullah Öcalan ve Kürt siyasi hareketleri tarafından barış sürecinin vazgeçilmez bir unsuru olarak ısrarla dile getirildi. KCK adı altında sürdürülen davanın avukatları, davanın birçok sanığına faili meçhullerin ortaya çıkarılması yönündeki çabalarının suçlama olarak yöneltildiğini belirtiyor.
Hal böyleyken Kürt özgürlük hareketinin faili meçhullerle ilgili hükümete destek vermediği çünkü Partiya Karkerên Kurdistan'ın (PKK) gerçekleştirdiği infazlarının ortaya çıkmasından korktuğu söylendi.
Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) ise faili meçhullerin üstüne gidilmesini, Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) işine yarayacağı için engellediği ileri sürülüyor. Bu tezvirat elbette amaçsız değil.
Hükümetin, operasyonlar, katliamlar ve tutuklamamalarla "alanı temizleyip", kendi güdümündeki bir Kürt partisine yer açma projesi, seçimlerden hatta anayasa değişikliği için yapılan referandumdan öncesine dayanıyor. Ancak bu proje seçimlerden sonra görünür bir ivme kazandı.
Basın sansürü, terörle mücadele yasası, özel yetkili mahkemelerle muhalefetin sesi soluğu kesildi, binlerce BDP'li hapse konuldu ve televizyon ekranları "PKK infazlarını" anlatmak için, kanal kanal dolaşan birkaç siyasi figüre açıldı. Hükümet eliyle bu yeni oluşumun aktörleri yaratılmaya çalışılıyor.
Bu hamlenin barışa hizmet etmeyeceği, arkada ölüm, yıkım ve birkaç çirkin sıfattan başka bir şey bırakmayarak tarihe karışacağı şimdiden görünebiliyor. Ancak bu durum "faili meçhullerin" aydınlatılması konusunda etkili olacak anlayışı da işaret ediyor.
Katiller hep aynı şeyi söylüyor
Hükümetin projesi, yirmi bine yakın faali meçhulün, binlerce köyün, ormanların, hayvanların yakılmasını, korkunç insanlık suçlarını "gerillanın suçları" tezviratı altında hasıraltı etmek. Böylece devlet eliyle işlenen faili meçhul cinayetler, kimin tarafından öldürüldüğü belli olmayan, soruşturulamayan, dava konusu yapılamayan kayıplara dönüşüverecek.
Dikkatimiz süreklilik arz eden, yasalarla korunan, anayasal-yasal güvenceye alınmış devlet politikaları, kurumları, mekanizmaları ve devlet görevlilerinden çekilip, adalet talebi, kayıp bir geleceğe havale edilecek.
Gerillanın ya da özgürlük hareketlerinin suçlanması yoluyla, devletin insan hakları ihlallerinin katliamlarının üstünün örtülmeye çalışılması olgusuna, benzer süreçlerden geçmiş pek çok ülkede rastlanıyor.
Hemen hemen bütün Latin Amerika ülkelerinde işkenceciler, cuntacı subaylar, hayret uyandıran bir benzerlikle, tıpatıp aynı kelimeleri kullanarak, aynı cümleleri kurdular ve sayısız insan hakkı ihlalini, canavarca cinayetleri örtbas etmek için silahlı direniş örgütlerini suçladılar.
Binlerce kişinin faili meçhul cinayetlere kurban gittiği Arjantin örneğini, tanık anlatılarının çeşitli veçheleri üzerinden inceleyen Beatriz Salro da, Geçmiş Zaman adlı çalışmasında katiller ve onları temsil edenlerin, tanıklık anlatılarının kanıt değeri taşımadığını ileri sürdüklerini ve hatta tanıkları yalan söylemekle ve gerillanın suçlarını örtmekle itham ettiklerini belirtiyor.
Geçmişle hesaplaşma engellenebilir mi?
Eş zamanlı olarak Türkiye'de faili meçhullerin araştırılması için hakikat komisyonlarının kurulmasının ve geçmişle hesaplaşmanın barışa hizmet etmeyeceği fikri ortaya atıldı.
Söylenene göre, gerillanın da işlediği benzer suçların ortaya çıkması halinde toplumsal barış söz konusu olamayacak. Hükümet ya da ordu adına söz alanlar bu konuda sık sık iç savaş ve Franco sonrası İspanya'yı örnek veriyor.
Tıpkı Afrika Ulusal Kongresi'nin (ANC) ve Mandela'nın yaptığı gibi hakikat komisyonları talebinin bizzat PKK ve Abdullah Öcalan tarafından sıklıkla dile getirilmesi bir yana, İspanya "anayasal uzlaşması" da hakikat talebini ortadan kaldırmaya yetmedi ve kalıcı barışı sağlamadı.
Mithat Sancar'ın Geçmişle Hesaplaşma adlı kitabında anlattığı gibi geçmişin örtülmesi üzerine varılan uzlaşma, Bask ve ETA meselesiyle daha derin ve kapsamlı bir yüzleşmeyi engelleyerek sorunların büyümesine yol açtı.
Franco döneminin suskunlukla geçiştirilmesi, Franco figürü üzerinden neo faşist hareketlerin güçlenmesini sağladı ve anayasal uzlaşmadan üç yıl sonra bir askeri darbe girişimi yaşandı.
2000 yılının sonuna doğru geçmişle hesaplaşma artan bir yoğunlukla İspanya'nın gündemine oturdu, aynı yıl kurulan "Tarihsel Hafızayı Yeniden Kazanma" adlı yurttaş girişimi iç savaş ve Franco diktatörlüğü döneminde kaybolan binlerce insanın akıbetini araştırıyor.
2004'de iktidara gelen sosyalist Zapatero Hükümeti'nin seçim vaatleri arasında tarihsel hafızanın canlandırılması da vardı. 2004'de kayıpların ve diktatörlük mağdurlarının en yoğun olduğu Bask ve Galiçya bölgelerinden üç partinin, kurbanlara yönelik manevi ve maddi tanıma ve telafi talebi içeren önergesi parlamentoda büyük çoğunlukla kabul edildi. 2006'da bu çabaların yasal zeminini güçlendirmek için çıkarılan "Tarihsel Hafıza Yasası" geçmişle hesaplaşma açısından büyük önem taşıyan birçok düzenlemeye yer verdi.
Sancar'ın da ifade ettiği gibi, "iç savaşın üstünden yetmiş, Franco diktatörlüğünün sona ermesinin üstünden otuz yılın geçtiği İspanya ihlal dolu geçmişin suskunluk, unutturma ve bastırmayla kolayca geçmeyeceğinin çarpıcı bir örneği olarak önümüzde duruyor".
Kim, kimi, neden yargılıyor?
Toplumun kristalize olmamış. 12 Eylül'den çıkma, cumhuriyetin kurucu ideolojisiyle ve yakın-uzak tarihindeki mezalim ve katliamlarla yüzleşme ihtiyacını, yönelimini referandum ve genel seçimlerde oya tahvil eden AKP, bu ihtiyacın derinliğini seziyor. Bu yüzden yüzleşme talebini zapturapt altına almaya, çarpıtmaya, manipüle etmeye çalışıyor.
Ancak bu karmaşık ve birçok unsurun birbiriyle etkileşim halinde olduğu sürecin tek elden denetlenmesi kolay değil. Ve ne tuhaftır ki, Kenan Evren için açılan davanın binlerce sayfalık gerekçesi değil de, Evren'in öfke uyandıran savunması yüzleşme konusu yapılmaya çalışılan 12 Eylül'ün karartılmış hakikatini bir ölçüde aydınlattı.
Yoksa ne güzel, 12 Eylül'ün yargılanması, bugün hâlâ sonuçları yaşanan ağır temel ekonomik siyasi hak ihlalleri ve insanlık suçlarından arındırılıp, AKP'nin en sevdiği mitsel darbecilik tartışmasına taşınmış ve kimi aklı evvel "solcular" da "darbe yapmanın mevcut yasalara göre suç olup olmadığı" konusunda hevesle tartışmaya katılmıştı.
Halbuki cinayetin kanıtı ilk günden beri Poe'nin hikâyesinden fırlamış gibi orada, konulduğu yerde duruyordu, herkesin gördüğü bir yerde... Avukat, kanıtı tozlandığı yerden aldı ve katili savunmak için kullandı. 12 Eylül anayasası ve yasalarıyla yönetildiğimizi anımsatarak kurucu iktidarı işaret etti ve "kim kimi neden yargılıyor" mealindeki "baraj sorusunu" patlattı.
12 Eylül, hiç 12 Eylül'le hesaplaşır mı?
Kaldı ki, 12 Eylül'de suç olan neyse, şu anda yine suç. 12 Eylül halihazırda bütün siyasi, ekonomik insani toplumsal sonuçlarıyla sürerken, 12 Eylül'le, dayatılan çerçevede bile yüzleşmek-hesaplaşmak mümkün değil. Roboski katliamını gerçekleştiren hükümetin, katliamları ve faili meçhulleri devlet politikası addeden zihniyetin ta kendisi olarak, faili meçhul cinayetleri aydınlatmasının mümkün olmadığı gibi.
Hükümetin de böyle bir niyeti yok zaten. Hükümet-AKP bileşenleri daha çok ellerindeki bilgi ve yargılama iktidarını kendi amaçları ve servet değişimi için ( bazen birbirlerine karşı) kullanmaktalar.
Ergenekon davası gibi, Eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ'un yargılanması da buna iyi bir örnek. Roboski katliamından bir hafta sonra Başbuğ'u tutuklayan hükümet, hem gündemi değiştirmeyi hem de diğerlerini tasfiye ederek kendi denetimi altındaki katliam ve baskı mekanizmalarını güçlendirmeyi amaçlıyordu.
Başbuğ'un bölgede görev yaptığı yıllarda köy yakmalar ve faili meçhul cinayetler olağanüstü yaygınken, savcılık dosyalarındaki bu bilgiler yıllarca bekletildi. Bölgede köyü yakılan ve faili meçhul cinayetlerin kurban gidenlerin yakınlarının dava dosyasıyla ilgili başvuru olanağı olmadı. Onların ne tanıklıkları istendi, ne davaya müdahil olabiliyorlar.
Hemen bütün dünya örneklerinde görüldüğü üzere yüzleşmenin egemenler tarafından manipüle edilmesi, katliamlardan mülk ve iktidar sahibi olanların bu süreçleri kendilerine zararı dokunmayacak uzlaşmalara döndürmesi riski çok büyük.
Susurluk komisyonunun araştırmaları sürecinde faili meçhullerin işlendiği dönemin en etkili siyasi figürlerinden olan Tansu Çiller'in mal varlığı üzerinde bir hayli yazılıp çizilmişti. Şimdi Çiller'in oğullarının sahibi oldukları restoran-bar zincirini devretmek için Doğuş Holding'in patronu Ayhan Şahenk'le yaptıkları görüşme, magazin eklerinin sosyete haberi sütunlarında kolayca gözden kaçıveren küçük bir ayrıntı yalnızca. Oysa Çiller'in, Mehmet Ağar'ın, Doğan Güreş'in ve dönemin birçok üst düzey sorumlusunun kendilerinin ve yakınlarının servetlerinin çoktan mercek altına alınması gerekiyordu.
Görünen o ki, eğer bu süreç fikir ve ifade özgürlüklerinin yok edildiği bir zeminde, örgütsüz ve dağınık bir biçimde örülürse, kanlı servetler el değiştirecek ya da başka yollarla korunmaya çalışılacak, insanlık suçlarının dair bilgiler pazarlık konusu haline getirilecek, katiller aklanacak. Böylece yargı ve hesaplaşma konusu olması gereken devletin devamlılık arz eden politikalarının da üstü örtülmüş olacak.
O "karanlık geçmiş"
Hal böyleyken, bu süreç, geçmişin hatta yüzleşme kavramının mitleştirilmesi, yüzleşmenin siyasi ve örgütlü-kurumsal bir süreç olarak tasavvur edilememesi, geçmişlerin kendi içlerine ve üstlerine kapanması, bugünden, şimdiden koparılarak hem tarihten hem de gelecekten silinmesi gibi olgular-anlayışlar eliyle şekillendiriliyor.
Herkesçe benimsenen "karanlık geçmiş" klişesi bile, bugüne ve geleceğe hiç yansımayan el değmeden orada duran, sanki yalnızca bir geçiş prosedürü gereği usulen didiklenmesi, arkada bırakılması gereken kayıp bir tarihi ima ediyor. Dikkati yasalardan, anayasalardan, devletten, sivil ya da askeri rejimlerin bilinçli politikalarından, egemenlerin ve sermayenin uygulama ve tasarruflarından kaçırıp, mezalim ve katliamları, adresi olmayan, adeta herkes tarafından işlenmiş, ele geçirilemeyecek, sorumlusu bulunamayacak bir kabahatler silsilesine dönüştürerek bulanıklaştırıyor.
Bu karanlık geçmişin içinde neler yok ki; devlet tarafından herkesin gözü önünde evlerinden, sokaktan alınıp, korkunç işkencelerle öldürülüp, oracığa gömülüverenler, 12 Eylül, Ermeni soykırımı, Yahudilere ve Rumlara, Alevilere yapılan zulümler, Lazlara, Pomaklara Çerkezlere, Gürcülere, Süryanilere yönelik kimliksizleştirme, asimilasyon, iskân politikaları, kanla bastırılmış Kürt isyanları...
İstiklal mahkemeleri, resmi ideoloji başlığıyla kodlanan ve her nedense yalnızca Cumhuriyet Halk Partisi ( CHP) ve Kemalistlere fatura edilen dönemler, Sivas, 1 Mayıs, Maraş, Çorum, katliamları, 6-7 Eylül, sürgünler, köy, orman yakmalar, "şüpheli" asker ölümleri...
Şimdi hepsini aynı torbaya koyup, üstüne de "karanlık geçmiş" etiketini yapıştıracağız ve birkaç komisyon, birkaç tazminat, birkaç dava ve birkaç hakikat kırıntısından sonra onlardan kurtulmuş olacağız. Sonuçta ortaya çıkana, "yüzleşme" "barış" " toplumsal uzlaşma"adını verebiliriz ki dünyada bir hayli de örneği var bu durumun...
Bu katliamlar kendi siyasi, tarihsel, toplumsal hakikatlerinden koparılıp, kendi mitlerine hapsoldukça, yaşananların her zaman orada, geçmişteki karanlıkta kaldığı, geride bırakıldığı düşünüldükçe mezalime neden olan sistemli iktidar ve çıkar mekanizmaları gözden kayboluyor.
Ermeni soykırımının üstüne Dersim katliamı, onun üstüne Maraş katliamı, 12 Eylül ve son otuz yıllık Kürt mezalimi geliyor. Hiçbir şey geride, orada yaşandığı tarihte kalmıyor, bütün siyasi, toplumsal, insani sonuçlarıyla bugünü ve geleceği şekillendirip duruyor.
Orada geride kalan ve hep yeni temiz sayfalara açılan "karanlık geçmiş" kavramı, sorunlu bir tarih algısının yüzleşme sürecinde kadükleştirici bir tarzda iş görebileceğini gösteriyor.
Tarihte bir şey oldu!
Kaliforniya üniversitesinde siyaset bilimi ve kadın araştırmaları konusunda çalışan Wendy Brown, Tarihten Çıkan Siyaset kitabındaki "Gelecekler" adlı makalesinde tarihsel travmayı suç, mağduriyet daha önemlisi telafi ve özür kavramlarıyla düşünmenin taşıdığı anlamı sorguluyor:
"Suç kanıtlanıp, mağduriyet bir ölçüde özür ya da maddi tazminat yoluyla tescil edilince, söz konusu tarihsel olayın sona erdiği 'olmuş bitmiş' diye mühürlendiği, 'tatlıya bağlandığı' veya 'kapandığı' mı varsayılmaktadır. Borçlar hukukuna ve borç-alacak ekonomisine yapılan bu atıf, geçmişi gerçekten "olmuş bitmiş" diye adlandırmanın ve şimdi'yi geçmişten kurtarmanın bir yolu mudur?
Brown, çağdaş siyaset dilinde şimdi'nin geçmişle ilişkisinin genellikle bir yandan belli dönem ve bireylerin idealleştirilmesi ve şeytanlaştırılması yoluyla, bir yandan da geçmişte yapılan hataların telafisi ve gerekçelendirilmesi yoluyla şekillendirildiğini vurguluyor.
Peki bu şekillendirme şimdi'de nelerin üstünü örtmekte, neleri ertelemektedir, nelerin göstergesi ya da belirtisidir?
"Kuzey Amerika ve Avrupa'da yaşanan kölelik, sömürgecilik ve Nazizm tarihleri, çağdaş siyasi toplumsal ve kültürel hayatın hatlarını nasıl belirlemektedir? Bu tarihler şimdi'yi ne şekilde sınırlamakta, üretmekte veya işgal etmektedir?"
Siyasi şimdi açısından önem taşıyan tarihe ilişkin sorular, 1930'lu 40'lı yıllarda Avrupalı faşistler tarafından öldürülmüş eşcinsellerin, Çingenelerin, Yahudilerin ve komünistlerin listelenmesiyle yanıtlanamaz.
Brown'a göre "tarihte bir şey oldu" cümlesinde cevaplanmayı bekleyen en önemli soru, bu tarihsel olayın şimdi'deki siyasi ve kültürel hayat açısından ne gibi anlamlar taşımakta olduğudur. "Tarih yazımında yaşanan krizin ve ilerlemeci tarih üst-anlatısının ortaya çıkardığı bu sorulara hiç bir amprik ya da maddeci tarih" cevap veremeyecektir.
Yazar, ilerlemeci tarih anlayışı ya da tam karşıtı tezlerin dışında kalmaya çalışarak, Derrida ile Benjamin'in tarih ve adalet üzerine yoğun tartışma (ve eleştiri) konusu olan özgün metinlerinden hareket ediyor.
Ve artık ilerlemeci bir anlatıyla kavranamaz hale gelmiş geçmişin "şimdideki kütlesine ve gücüne" ifade kazandırabilecek bir tarih anlayışı ve siyasi eylemliliğin" olanaklarını araştırıyor: "Çağdaş siyasi ve eleştiri ve analiz için nasıl bir tarihsel bilinç mümkün ve elverişlidir, daha adil, özgürlükçü ve isabetli bir gelecek düzeni kurmak için eylemlilik nasıl üretilebilir?"
Geçmişle yüzleşme mücadeleleri "güncel" politik ihtiyaçların etkisiyle farklı tarih yazılımlarının ve anlayışlarının, bellek-sözlü tarih- tanıklık çalışmalarının çarpıştığı sürekli bir gerilim noktasında sürdürülüyor. Bu tartışmalara son yirmi-otuz yılın geçmişle yüzleşme süreçlerinin ihtiyaçları, kazanımları ve çıkarımları da yön veriyor.
Ancak andığım makaleden alıntı yapmamın nedeni, bu çetrefilli ve süre giden tartışmayı buraya taşımak değil. Benim kısaca vurgulamak istediğim şey, yaygın " karanlık geçmiş" söyleminin ima ettiği "geçmişi, geçmişte bırakma" yönelimine dikkat çekmek.
Çünkü göründüğü kadarıyla yüzleşme talebi, daha çok siyaset dışı bir alanda hayat buluyor. Bu arzunun belirdiği zemin egemenlerin ihtiyaçları ve hükümetin ve sağ- muhafazakârların yakın tarih okumasıyla şekilleniyor.
Vurgulamak istediğim diğer şey, hakikat komisyonları, özür ve telafi gibi kuşkusuz önemli-hayati yüzleşme-anımsama mekanizmalarına, prosedürel bir yaklaşımın, sihirli değnek ya da can simidi misali sarılmanın riskli ve yararsız bir eğilim olduğu...
Tarihle ne yapacağını bilmeden, toplumsal devrim ufkundan yoksun bir tarzda, siyasal bir mücadele süreci olarak inşa edilemeyen yüzleşme ve hesaplaşmaların egemenlerin işine yarayacak bir bürokratik sürece ve adaletin sürekli ertelenmesine dönüşmesi olasılığının yüksekliği...
Geçmişle yüzleşme dediğimiz şey, bugün ve gelecek için bir anlam ifade edecekse, yeni bir tarih bilinci ve mücadele perspektifine ihtiyacımız var.
Telafi edilemeyen
Diyarbakır'da yaşayan bir arkadaşım şehirde birilerinin sürekli kaybedilmesinin orada yaşayanlar üstünde yarattığı travmanın "hangi tazminatla" telafi edilebileceğini sormuştu.
Bu topraklarda Kürt, Rum, Alevi, Yahudi, Ermeni, Komünist vb olarak yaşıyor olmanın travması için de sorulabilir bu soru. Bu topraklarda yakın-uzak tarihte yaşananları ne telafi edebilir diye de sorulabilir ve yeryüzü ölçeğinde de genişletilebilir.
Hepimizin bildiği gibi bunlar haklı sorulardır, ölenler adına, kurtulanlar-geride kalanlar için telafisi mümkün olmayan acıları işaret ederler.
Bence bütün bu soruların kaçınılmaz haklılığı ve ölümcül yanıtsızlığı, tazminat, özür ve diğer telafi mekanizmalarının, hakikatin araştırılması ve yargılama süreçlerinin, suçluların ortaya çıkarılmasının bir kenara atılması gerektiğini de göstermiyor.
Üstelik sözü edilen mekanizmalar ve hukuki yollar da ne verili ne de sunulmuş durumda. Tam tersine her zaman, cismini "jargona uygun biçimde" ortaya koymasa da basıncı hissedilen, toplumsal çabaların ve mücadelelerin sayesinde bu mekanizmalar hayata geçebildi.
"Hakikat" bir haktır ve bu hak da tıpkı yaşama hakkı (ve diğerleri) gibi sökülerek alınır. Elde edilen şey, bu sözcüğün o çok netameli anlamının da ötesinde her zaman eksik olsa da, anlamını yalnızca kolektifleştirebilecek ve mücadele konusu yapılacak olanda bir nebze bulabilse de...
Eğer dünyada kalmaktan vazgeçmemiş isek, telafinin söz konusu olacağı yer de, asıl olarak başka kuşaklara ait olacak gelecektir. Geride kalanlar, anlatmanın ve geride kalmanın verdiği acıyı göze alarak, kişisel bir telafi ya da sağalma beklentisiyle değil, -bilinçli ya da bilinçsiz- bu gelecek ve kaybedilmemesi gereken adalet fikri adına söz alır.
En önemlisi bu kurumlar ve mekanizmalar travmaya uğramış toplumsal hafızanın düzenlenmesi ve açılması açısından önem taşır.
Geçmişin aktarılmamış ve belleği yaralayan "hakikati" özgürlük ve hak mücadelesinin konusu yapılarak, toplumun bütün ifade biçimlerine ket vuran travmanın çözülmesine zemin yaratabilir.
Yaşananlar hem geçmiş hem bugün hem gelecek açısından anlam taşıyacak şekilde toplumsal deneyimin yeniden inşasına katkı sunabilir.
Dolayısıyla yalnızca meseleyi kapatmak değil, toplumsal muhayyileyi canlandırmak, diriltmek özgür- adaletli- eşit- barışçı bir gelecek için mücadele imkânları yaratabilmek adına da işlevli olabilir hakikat çalışmaları.
Başka halkların deneyimleri
Çeşitli ülkelerde kurulan hakikat komisyonlarının raporları, geçiş süreci adaleti için yaratılan mekanizma ve araçlar, tanıklık ve yargılama külliyatı, antropologların, siyaset bilimcilerin, sosyologların ve tarihçilerin çalışmaları, Türkiye'de de mesafe kat eden ön açıcı bellek, sözlü tarih, hakikat araştırmaları bu konuda önemli bir bilgi ve deneyim birikimi sunuyor.
Ancak insanlık deneyimi ortak olsa da, her ülkede özgün toplumsal tarihsel süreçler yaşandığı gerçeğini ve yüzleşme süreçlerinin pek çok nedenle her ülkede kendine özgü nitelikler taşıdığını da unutmamak gerek.
Bu araç, yöntem, kavram ve mekanizmalar, emek, yaratıcılık, içselleştirme ve duyarlıktan yoksun tarzda, "ödünç alınırsa", yüzleşmeye değil, dostlar alışverişte görsün babından bir "yüzleşme sektörünün" ve bir siyasi rant alanının yüzleşmenin yerini almasına tanık olabiliriz.
Bu deneyimler incelendiğinde, kurulan hakikat komisyonlarının hatta büyük yankı uyandıran yargılama ve dava süreçlerinin hayal kırıklığıyla sonuçlandığı, yüzleşme ihtiyacını karşılamadığı toplumsal travmayı derinleştirdiği yönündeki örneklere sık rastlanıyor.
Hakikat komisyonlarının çalışma tarzları, bu komisyonların eşlik ettiği uzlaşma süreçleri yoğun tartışmalara, itirazlara konu oluyor.
Bütün bunlar, geçiş dönemi adaletinin, yasal ve anayasal düzenlemelerle birlikte yüzleşme konusunda kararlı bir toplumsal muhalefetin varlığı ve yüzleşmenin tepeden tırnağa siyasi bir süreç olarak örülmesiyle anlam kazanabileceğini gösteriyor. Hakikat araştırmaları da bu muhalefetin canlanması için önemli bir imkân sunuyor. Yani her iki olgunun etkileşimi, birbirini beslemesi söz konusu...
Yüzleşme talebinin soldurulmasına izin vermemek
Özetleyecek olursam, dinamik, her an yeniden şekillenen, çeşitli güçlerin, çeşitli "hakikatlerin," çeşitli adalet-tarih anlayışların kıyasıya mücadele ettiği, kaçınılmaz olarak zamanın siyasi insani toplumsal eğilimleriyle belirlenecek bu sürecin soldurulmasını önlemenin en etkili yollarından biri örgütlü, kurumlaşmış bir toplumsal muhalefet yaratabilmek...
Toplumun yüzleşme talebinin, isabetli politik hedeflere yönelmesinin, etkili mekanizmalar, etkili siyasi araçlarla ifade edilmesinin yolunun açılması.
Telafi edici tazminat ve özür gibi uygulamaların yanı sıra, yasaların ve anayasanın demokratikleştirilmesi, ayrımcılığın yasaklanması ve Kürtlerin özyönetim ve Kürtçe'nin resmi dil olarak kullanılması dahil, anadilini kullanabilme hakları ve bütün halkların kimlik ve anadili taleplerinin karşılanması, özellikle dini ve etnik azınlıklar düşünüldüğünde geçmişte olanlar dikkate alınarak geliştirilecek pozitif önlemler bizi adalet fikrine bir nebze yaklaştıracak.
Eğer adil bir yargıdan söz edilemiyorsa, insanlık suçlarını işleyenler, işkenceciler, terörle mücadele yasasının ve özel yetkili mahkemelerin kamu görevlilerini koruyan yargılama usullerinin, zaman aşımı yasalarının koruması altındaysa suçluların cezalandırılmayacağı inancı travmayı derinleştirecek.
Fikir ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin önündeki engeller, toplumun yüzleşme talebinin egemenlerin istediği tarzda yönlendirilmesine, soldurulmasına yol açacak.
Faili meçhul cinayetlere neden olan hak taleplerine verilen karşılıklar, ne söylem, ne uygulama anlamında değişmediği oranda, yüzleşme acı bir yalandan, tarih ve gelecek pahasına oynanan zalimane bir oyundan ibaret olacak.
Geçmişin kendini binlerce kılıkta, her an anlatıp durduğu, geçmişin hikâyelerinin giderek katmanlandığı, karmaşıklaştığı bir düzlemde, yüzleşme kavramını adil ve özgür bir gelecek perspektifinden yoksun biçimde ele almak, toplumun yön bulmamış yüzleşme ihtiyacına ket vurabilir.
Yüzleşmenin en çok özgürlüğe, örgütlülüğe, etkin ve işlevsel bir tarzda oluşturulmuş adalet-yargı mekanizmalarına ihtiyaç duyduğunu göz ardı etmek bu süreci egemenlerin ve zalimlerin işine gelecek tarzda soldurabilir.
Yüzleşme-hesaplaşma meselesini bütün kavramları, olguları, katmanları, tarihsel toplumsal arka planı ile bir ateşten gömlek gibi kuşanmak gerekecek ki, bence üstesinden gelebiliriz. (AD/BA)