1917 Oktobr (Ekim) Leninist Devriminden neredeyse yirmi yıl sonra yolu uçsuz bucaksız Rus steplerine düşen birilerini karşısında gören Rus Mujiklerinin sorduğu malum soru bilinir: "Çar, hâla yaşıyor mu? Yaşıyorsa sağlığı yerinde, kendisi sarayında mıdır?" Devrim büyük şehirlerde yapılmıştır da! İçerlere, kırsal kesime hâla devrimin sesi nefesi ulaşmamıştır.
Bu ironik bilineni neden mi paylaştım. Söyleyeyim. Yılmaz Odabaşı'nın iki dizesi aklıma düştü; Rusya'dan devrim sonrası Sovyetler Birliği'nden epeyce uzaktaki Kürt coğrafyası için diyor ki Yılmaz: "Orada, feodalizmin ruhu bir ipte sallanıyor / Ama yerinde yeni bir şey yok..."
Şimdiki sınırlar doğu ve güneyin öte yakasındaki Irak, İran ve Suriye topraklarında yaşayanlarla, Türkiye'dekiler aynı dili konuşup, aynı kültüre mensup ve aidiyetleri de Kürt oldukları halde; seksen sene evvel tecelli eden cumhuriyetle birlikte birbirlerinden ayrı düşmek durumunda kalmışlar.
Telaffuz edilen cumhuriyet modernitesi ne gündelik hayatta, ne de toplumsal refahta tecelli edememiş. Feodal ruh olanca ağırlığıyla gücünü cumhuriyet boyunca korumuş. Hatta korumakta ısrar etmiş. Ağalık, şeyhlik, toprağın adil olmayan dağılımı ve topraktan gelen ürünün adil olmayan bölüşümü de öyle. Sistem feodal yerel erk üzerinden siyasal ilişkiyi Ankara'ya bağlamayı daha doğru bulmuş. Cumhuriyet boyunca sistem partileri, feodal ağaları bir güç olarak meclise taşıyıp temsiliyeti sağlamayı doğru bulmuşlar.
"Sınır ticareti" adını koydukları bilumum kaçakçılık bütün asker sivil bürokrasinin resmen değil ama bilinen ve gıyaben bilgisi dâhilinde, hatta halk telaffuzuyla "hisseden pay almayla" bugüne dek süregelmiş. Bunun adı kaçak çay, sigara, şeker, mazot gibi "masum" ürünlerin yanında; silah ve uyuşturucu kaçakçılığında da farklı boyutlarda yıllar yılı yaşanmış. İki denk yatak ve somya ile bölgeye gelen kamu görevlisi subaşındakilerin, birkaç yıllık "doğu mecburi hizmeti" sonrasında "dünyalıklarını" sağlayarak batıya avdet ettikleri çokça hikâye edilenlerden. Hatta hikâye ne kelime herkeslerin malumu...
1943'teki 33 Kürt köylüsünün Mustafa Muğlalı Paşa tarafından Van'ın Özalp ilçesinde katli ve tarihe "33 Kurşun ve Muğlalı Vakası" olarak geçmesi cumhuriyetin kara bir lekesiydi. Şimdi de herkeslerin malumu olan tarihe not düşülecek bir başka büyük katliamla pekişti. Çoğunluğu genç ve aynı aileden, aynı köyden olan 40 dolayında Şırnak köylüsü, kişi başına 30 ile 50 lira arasında kazanacakları bir bedel için yaptıkları sınır ötesi kaçakçılığın bedelini resmi yetkililerin ağzıyla "Operasyon Hatası" şeklinde parçalanarak canlarıyla ödediler. Şairin kelamınca; Pasaporta ısınmamıştı içleri ve buydu katledilmelerine sebep suçları...
Bembeyaz kar'a kan bulaştı. Otuzlu yaşlarında ya var ya yok, gencecik bir kadın, belli ki o bir ana; feryat ediyor: "Kûre min, kûre min. Sêzdeh salî bû..." (Çocuğum, çocuğum 13 yaşındaydı) diyor. Bembeyaz karın üzerine tek sıra boylu boyunca dizilmiş cesetler. Cesetler adeta bir denk gibi sicimle bağlanmış. İnsanlar, belli ki yakını oldukları cesetlerin başucuna çömelmiş, başları ellerinin arasında, çaresizler. Cesetlerin ayakucunda toplaşmış köylüler, başları önlerinde. Battaniyelere sarılı cesetleri, sırayla ve üst üste traktöre yüklüyorlar. Sağdan ve soldan sarkan iki kaçak balya çay ya da sigara yükü gibi ölü kaçak(çı) insan bedenleri sarkıyor eşeklerin sırtında. Cesetleri yükleyen erkekler vakur ve sessiz. Kadınlar, ne de olsa ana, doğuran, öfkeli ve hesap soruyorlar dilleri döndüğünce. Kelamın tükendiği, gözyaşı pınarlarının kuruduğu demdir bu! Kar beyaz kar, kana bulanmıştır, yoksul, çaresiz ve kaçakçı Kürt köylülerinin kanıyla. Ne acı. Dilim tutuldu ve yazacak kelimeleri bulmakta gerçekten zorlandım.
Lanet olsun bu acıyı yaşatanlara / bu acıyı yaşamayı bu halka reva görenlere. Hangi özür ve hangi devlet sorgulaması / soruşturması, hangi devlet yetkilisinin istifası bu katliamın acısını dindirebilir ki! Şiddetle protesto ediyor, lanetliyor ve artık yeter diyorum. (ŞD/AS)