İnsanın bir hafta-on gün boyunca yabancı bir kentte, sadece film izlemek için bulunması kesinlikle müthiş ve ayrıcalıklı bir durum. Bu kadar uzun bir süre boyunca günde iki, bazen üç film seyretmek daha önce hiç yapmadığım bir şey (ki bu pek iyi bir performans değil aslında, en az dört film seyrediyor gerçek festivalciler. Ama benim gibi bir acemi için yine de fena sayılmaz.)
Evet, gündelik hayattan koparak başka bir kente gelmek, işine ve yaptığın başka herşeye 10 günlüğüne ara vererek, sabah erkenden başlayarak akşama, bazen gece yarılarına kadar sinemadan sinemaya girip çıkmak, bir dünyadan bir başkasına gitmek, gündelik dertlerin ve hep dönüp duran tartışmaların dışına çıkmak, onlar yerine görülen filmleri düşünmek, bir şey tartışılacaksa filmler hakkında tartışmak... Çok keyifli gerçekten.
Yarışma dışı çok daha renkli
Bu yılki Festival zayıfmış, filmler iyi seçilmemiş, hayal kırıklığı yaratıcıymış... Festivalin medyaya en çok yansıyan, dolayısıyla festivale katılmayan sinemaseverlere aktarılan kısmı için geçerli olabilir bu, yani yarışma bölümü için. Ama Festival yarışma bölümünden ibaret değil. Yarışma bölümünü tamamen görmezden gelebilirsiniz hatta, onun dışında o kadar çok ilginç bölüm var ki...
Forum ve Panorama bölümlerinde yer alan dünyanın her yerinden barış filmleri, ırkçılık karşıtı filmler, gey ve lezbiyen filmleri, belgeseller, kısa filmler, Alman sinemacıların filmleri, 70 mm'lik filmler özel gösterimleri, yeme-içme filmleri. İçlerinden ancak bir seçme yapabilirsiniz, ve sonrasında üzülebilirsiniz, niye daha fazla filme gitmedim, niye seçimlerimi daha iyi yapmadım diye. Berlin Film Festivali sırasındaki en önemli seçim de muhtemelen bu, yani göreceğiniz filmlerin seçimi.
Yarışma bölümüne seçilen filmler festival boyunca en çok tartışılan konulardan biriydi. Festivalin yarışma dışı bölümlerinde, yarışma filmlerinin pek çoğundan daha iyi, ilginç, başarılı film olduğu söylenip durdu. Örneğin Florian Gallenberger’in ‘John Rabe’sinin, Gus Van Sant’ın ‘Milk’inin adı çok geçti. Reha Erdem'in festivalin Forum bölümünde gösterilen 'Hayat Var' filminin de , pekala yarışma bölümünde yer alabilecek bir film olduğunu düşünenlerin sayısı hiç az değildi bu arada. Ama belli ki Berlin Festivali, yarışma bölümünde tanınmış yönetmenlerle adı pek duyulmamışlardan, Avrupa (ve tabii Almanya biraz öncelikli Avrupa ülkesi burada) filmleriyle dünya ve Hollywood filmlerinden bir kolaj oluşturmaya çalışıyor. Hatta muhtemelen farklı dinlerden ülke ve/veya yönetmenlerin temsiliyeti konusu da belli bir rol oynuyor. Sonuçta büyük uluslarası film festivalleri arasında en 'politik' olanı Berlin Film Festivali.
Kadınların festivali
Ama yine dönüp yarışma bölümüne bakıldığında, Berlin Film Festivali bu yıl kadınların festivali oldu denilebilir. Bunu çok kişi söyledi, hem festival boyunca, hem de festival ödüller belli olduktan sonra. Önce yaşları ilerlemesine rağmen önemli rollerde oynamaya devam eden, 'hala' güzel olan, filmlerde (ya da gerçek hayatta) kendilerinden genç, hatta öyle üç-beş değil, yirmi-otuz yıl genç erkeklerle beraber olan kadınlar festival gündemine oturdu. Aralarında en çok heyecan uyandıranı, festivalde yarışma filmlerinde biri olan, Stephen Frears'in yönettiği 'Cheri' de başrol oynayan Michelle Pfeiffer oldu.
Ardından Renee Zelwegger ve Demi Moore'un oynadıkları filmlerin gösterimleri sırasında Berlin'e gelmeleriyle devam etti bu konu. "Yaşlanırken mükemmel görünmeyi başaran" kadınlara dizilen övgülerin ardından ödüller de kadınlara gitti. Ama bu sefer genç kadınlardı sahneye çıkanlar. Altın Ayı'yı alan Claudia Llosa 31, Jüri Büyük Ödülü'nün sahibi Maren Ade 32 yaşında. Ödül alan filmleri, ikisinin de henüz ikinci sinema filmi. İkisi de kadınları, kendi yaşlarındaki kadınları anlatıyorlar filmlerinde. Birininki 'politik' bir film, diğerininki bir 'ilişki' filmi.
Aslında bu iki filmin kahramanları olan kadınlar, tamamen farklı toplumlarda, farklı koşullarda yaşayan, tamamen farklı toplumsal kesimlerden gelen kadınlar. Onları karşılaştırmak da zor, filmleri karşılaştırmak da. Claudia Llosa'nın filmi ‘Milk of Sorrow’ bir travmayı anlatıyor; korkunç bir vahşetle birlikte maruz kalınan bir tecavüzün anadan kıza geçen travmasını ve bu travmayla başa çıkma mücadelesini Latin Amerika'ya özgü fantastik unsurlarla bezeyerek yapıyor bunu.
Diğeri, Maren Ade'nin filmi ise tümüyle başka bir dünyayla, daha doğrusu Sardunya Adası'nda yaz tatili sırasında üst-orta sınıftan, otuzlu yaşlarının başında bir çiftin ilişkisinin adım adım çözülüşüyle ilgileniyor. Bir ilişki filmi yani; Alman izleyicileri ve eleştirmenleri, demek ki bunu becerebilenler sadece Fransız sinemacılar değilmiş, bizden biri de yapabilirmiş diye sevindiren bir film. Ama yarışma bölümündeki diğer Alman filminin (film, Bosna savaşı sırasında bir Yugoslav Ordusu komutanı tarafından işlenen cinayetlere/savaş suçlarınna eğiliyor) Hans Christian Schmid'in ‘Storm'unun değil de Maren Ade’nin filmi ‘Alle Anderen’in ödül almasına şaşıranların sayısı hiç az değil. ‘Storm’ festivalde Uluslararası Af Örgütü ödülünü aldı, ama bu Festival'in tercihinin 'dünya çapında' bir politik Alman filmi yerine 'dünya çapında' bir ilişki dramından yana olduğu gerçeğini değiştirmiyor tabii.
Film ve müzik
Benim aklımda en çok kalan şeylerden biri filmlerdeki müzik oldu. En son seyrettiğim 'Hans im Glück' (ki bu filmi yapan da yine çok genç bir kadın, Claudia Lehmann) belgeselinin kahramanı Hans Narva'nın (ki kendisi Berlinli bir müzisyen) müziği hala kulaklarımda.
Özel bir gösterimde izlediğim Wim Wenders'in 'Palermo Shooting'ini ve bugünlerde !f İstanbul’da gösterilen Hans Stöhr’ün yönettiği Berlin Calling’i İstanbul’da yeniden izleyeceğim, en başta müzikleri için... Umarım gösterimlerin yapılacağı sinemalarda sesin volümünü insanın kulaklarını patlatacak kadar yükseltmezler ve ben de Berlin’deki kadar zevkle izleyebilir ve dinleyebilirim bu filmleri.(FU/EÜ)