Söz budur ya, bir başlangıcı ve sonu yokmuşçasına; iyi yolcular nereye gittiğini bilmez, mükemmel yolcular da nerden geldiğini bilmez.
Her biri başka yerlerde, başka bambaşka hayatlardan gelir ve gider oraya doğru... Başka hayatların bambaşka insanları olsa da gidecekleri yere ait sevinçleri, mutlulukları, umutları, düşleri, kırgınlıkları, kızgınlıklarını da kendileriyle götürürler.
Oranın, buranın, şuranın; uzun ince, taşlı topraklı, tozlu yollarında giderler… Geldim işte demek için giderler… Hiç tanımadığı, belki de hiç tanıyamayacakları bir insanın rüyalarını, düşlerini, düşlerinin ve rüyalarının sıcaklığının geçtiği odaları özlerler… Özleyip de giderler.
Zamanın ve mekânın bir önemi vardır yapılan bu yolculukta.
2011 yılının Kasım ayında “arzın merkezi”ne doğru yolculuk başlar… Yolculuğun başladığı an ilk sözcükler de düşer “arzın merkezi”ne;
“Eğer sinema bir din olsaydı, burası da Mekke ve Vatikan olurdu… Şu anda arzın merkezindeyiz…” (Alejandro Gonzales Innarritu)
“Eğer sinema bir din olsaydı” o dinin temsilcileri de olurdu o yolculukta;
Michael Haneke, Alejandro Gonzales Innarritu, Takeshi Kitano, Ang Lee, Woody Allen, Martin Scorsese, Lars Von Trier, Francis Ford Coppola, Wes Anderson, Holly Hunter, Ridley Scott, Robert De Niro, Claire Denis, Wes Craven, Tomas Alfredson, Harriet Andersson…
“Eğer sinema bir din olsaydı” mekânı da ilk filmini izledikten sonra çok heyecanlanıp, üç gün boyunca ateşler içinde yatakta yatan Ingmar Bergman’ın evi olurdu.
33. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen Jane Magnusson ve Hynek Pallas’ın yönetmenliğini yaptığı Bergman’ın Evinde filmi Woody Allen’dan Michael Haneke’ye dek pek çok sanatçıda hayranlık uyandırmış, onların sinema dilini etkilemiş İsveç’in dünya sinemasına armağan ettiği Ingmar Bergman’ın sinemasına ve yaşamına yön verdiği Faro Adası’ndaki dünyası anlatılır.
Anlatıcılar da yolu Bergman’dan geçmiş, ona hayranlık duymuş, ondan etkilenmiş,kıskançlıklar duymuş, mektuplarına cevap verilmedi diye ona kızgınlıkları birikmiş sinemacılardır... Bergman’ı anlatanlar ona dair içlerinde bir şeyleri biriktirenlerdir.
Kimi, Bergman ile olan ilişkisini kamera karşısında en yalın, en saf haliyle kendinden geçercesine anlatır...
Kimi, Bergman’ın evine giderek biriktirdiği VHS filmlerine ve kitaplarına dokunarak anlatır…
Kimi, çalışma masasında oturarak, oysa daha dün buradaydı, işte şu masada, buraya geldiğinde hep burada oturmayı seven Bergman için ve bizim için zamanın tozunu alır…
Kimi, kendisine olmayan, olmayacak olan terliklerini giyer…
Kimi, yol kenarında, çalıların arasında çocukluktan beri peşini bırakmayan şövalyenin (Bergman’ın) santraç oynadığı ölümü arar…
Kimi, onun filmiyle ilk tanışma anındaki birken birçok olacak olan heyecanını anlatır…
Kimi, Persona filminde iki kadın karakterin koştuğu sahil kenarını şimdi, şu an burada o yaşanmışlığı yeniden hissetmek adına arar…
Kimisi de sadece Bergman’ın bilmek zorunda olduğu dünyasına girerek, belki de günah işlediğini düşünerek, o dünyada daha fazla dayanamayarak kendini kötü hissedip kaçar.
Sinema imkânsız bir sözcüktür… İmkânsızlık için verilen çabadır… Çekilen sıkıntılardır… Çekilen acılardır… Söylenmek isteyip de bir türlü söylenilmeyen o olağanüstü cümledir… Sevenin sevilene duyduğu sevgi gibidir sinema… Her defasında biraz daha, biraz daha gittikçe duvarda büyüyen çocukluktan kalma mutluluk rüyalarıdır.
“Benim bütün filmlerim birer rüyadır... Ben çocuk yaştayken mutluydum, çünkü rüyalarda yaşıyordum… Tek başımaydım ve kukla tiyatroları sahneler ve kuklalar yapardım… Bazen yaşananları, gerçek olanlarla rüyaları, birbirine karıştırırdım ve bu durum annem ve babamla başımı belaya sokardı... İlk filmimi izledikten sonra çok heyecanlanmıştım ve üç gün boyunca ateşler içinde yatakta yatmıştım...”
Faro Adası Bergman’ın cennetidir… Yaratır cennetini ve koyar oraya masasını, kitaplarını, filmlerini, aşklarını, kadınlarını, çocuklarını, biraz daha mırıldansa duyabileceğimiz şarkılarını, korkularını, kendi kendine kalmalarındaki yalnızlığını, acısını, mutluluğunu, rüyalarını, penceresinde görülen denizi ve gökyüzünü, Tanrı’yı, Şeytan’ı, ölümü ve sinemasını.
“Kraliyet Dramatik Tiyatrosu’nda bir öfke nöbeti geçirsem, dört kişi, ruh halim iyi değil diye söylenti yayar… Ancak Faro’da çıldırmış gibi bağırsam bir kuş havalanır sadece…”
107 dakikalık belgesel filmde sinemanın merkezine yapılan bu yolculukta Bergman’ın yaşamından geriye kalanları görüp de dokunuruz ya da dokunmak isteriz…
Bergman’ı izlemediyseniz, tanımadıysanız hala onun bize armağan ettiği filmlerinden biraz azını biraz çoğunu izleyerek onu bilme ve tanıma sırrına erişerek yarattığı cennetine doğru yolculuğunuzun ilk adımını atmış olursunuz… Ama unutmadan ama hatırlayarak yolculuğunuzda onun cennetine götüreceğiniz bir şeylerinizin de olduğunu biliniz. (KT/HK)
* Bergman’ın evine yaptığımız bu yolculukta filmin altyazısını okumak için bedenimizin yorulduğunu hissettiğimizde, kendimizi ‘Bergman’ın Evinde’ymiş gibi uykuya bıraktı kimilerimiz…