Kendimi bildim bileli kitap okurken elim kalem tutar. Beni yakalayan ya da rahatsız eden satırların, sözcüklerin altını-üstünü çize çize okurum. Sayfa kenarlarına bir şeyler not aldığım, resim çizdiğim olur bazen.
Aynı yere tekrar dönerim belki diye düşünerek sayfa kenarlarını katlamışlığım da vardır. Sadece benim anlayabileceğim kimi kodlar, harfler, işaretler vb. kişiselleştirmeler yaparım nadiren de olsa. Âdeta kitaba paralel bir kitapçık gibi ilerler okumam.
Sanki yabancı bir evrenle karşılaşmış gibi, kaybolmamak için kendi evrenime dair izler, işaretler eklerim ona.
Bu benim için kitabı ve yazarı içime alıp, süzüp hemhâl olmanın izdüşümüdür. Kimi kitap düşkününü derinden sinir eden bu “tuhaf huyum”, sonradan bir kez daha okumayı istediğim kitaplar için tadından yenmez bir arkeolojik kazıya dönüşür. Böylece, kitabı yeniden okurken, söz konusu metnin hakikatine olduğu kadar, anımsadığım kendi macerama da bir parça başkalaşmış biri olarak seyahat etmiş gibi olurum.
Bento’nun Tuhaf Huyları da böyle bir kitap oldu benim için; bolca not almalı, altını çizmeli bir okuma... Bento ile iç konuşmalar yaptım çoğu kez. Bazen hak verdim ona. Bazen yüz çevirdim. Ama hep anladım!
Aslında okunması hayli meşakkatli olan (neden böyle dediğimi anlatmaya çalışacağım) bu roman, neredeyse her paragrafında biraz daha anlamak için durduğum, yavaşladığım, beni başka kitaplara, başka alıntılara bakmaya iten ve sanırım en uzun süren okumam oldu.
En başta şunu söylemeliyim: Üç boyutlu filmlere girerken özel bir gözlük verirler ya hani; baktığımız imgenin uzamsal derinliğini de görebilelim diye. Bento’nun Tuhaf Huyları’nı okurken fark ettiğim ilk şey bu oldu.
Suat Hayri Küçük'ün zihninde beliren düşünsel coğrafyada ilerleyebilmek için daha ilk sayfalarda, yazarın çok sevdiği belli olan kelimeler ve kavramlarla ediniyoruz sanki bu özel gözlüğü. Yoksa benim gibi Makriyal’i hiç görmemiş biri nasıl gözünde canlandırabilirdi bulutların ormana tırmanışını?
Bulutun aşağıda, ormanın yukarıda olduğu bu özel coğrafyada yaşamamışlara, az önce bahsettiğim türden bir kavramsal gözlük sunuyor yazar. Onun, içinde doğup büyüdüğü coğrafya bende, zihnimde resim yapar gibi bir okumaya kıvrılan patika yollar açtı. Sonra, devam ettikçe o beliren o patikalarda yol almaya, yazarın da zihninde yazarken resimleşme ile kurulan bağı gördüm.
“Coğrafya kaderdir” derler ya hani; bana kalırsa bazen öyledir, bazen de değil. Bu mottodan ne anladığımız, “kader”i tanımlayışımızla ilgili olsa gerek. Bunun yerine şunu sormak isterim ben: İçine doğup büyüdüğümüz coğrafya bizim neyimiz olur?
Anadili Hamşentsnag (Hemşince) olan Homşetsilerin yaşadığı Makriyal yazarın anayurdudur belli ki; çocukluksa ufkun menzilini salgılayan dünya dışı bir kuvvet sanki. Tıpkı çok sevdiğim o dizede olduğu gibi, “Gökyüzü gibi şu çocukluk, hiç bir yere gitmez” olmuş Bento’nun çocukluğu da.
Öyle olduğundan olsa gerek, çocukluğunun geçtiği coğrafya öyle kudretlidir ki Bento’nun evreninde, gölgesi, kokusu, rengi bütün bir ömrünün yüzüne vurur yıldızsız-aysız gecelerce. Romanın sayfalarını adımlarken Bento’yu duyup görmeye başladığınızda sizi elinizden tutup (yoksa zihninizden mi demeliyim) o diyara götürmesine izin vermelisiniz; tıpkı onun yaptığı gibi siz de duyguları ve fikirleri görsel imgelere dönüştürerek, üç boyutlu gözlüğünüzü takarak.
Özellikle bu bölümlerde, yani Makriyal’in tabiatını romanın esas karakteriymiş gibi sahnelediği kısımlarda yazarın arzusunun oldukça destansı bir dil olduğunu söylesem abartmış olmam sanırım.
Bento’nun uzun sürmüş bir yası var! “Gelecek uzun sürer” diyesi var sanki. Öyle ki hiç bitmeyecek bir yas olduğu hissi veriyor okura. Kendi payıma böyle okudum ben bu romandan çok deneme tadı veren anlatıyı, kıvrılarak yol alıp sonra tekrar kendi üzerine bükülen bilinç akışını.
Yas sadece sevdiklerimizi kaybetmekle ilgili değildir zannımca. Başkasıyla, ötekiyle karşılaşmalarda oluşan ve kaçınılmaz biçimde yitirilen kendi parçamızın yasını tutmak da hayli zordur. Bento’nun Tuhaf Huyları, tam da bu türden bir yası anlamaya çalışan ve yitirdiğini dönüştürerek içselleştirmenin iç konuşmasını bütün varlığını masaya koyarak yapan bir roman.
Bunu yaparken de iç içe genişleyen halkalarla aileden şehre, oradan gurbete, oradan da insan olmanın temel varoluş meselelerini sorgulayan, didikleyen, tekrarlarla sınanan devrimci bir zihnin yası. Bitmemek dönüşmemek değil, dönüşüyor Bento’nun yası; özgün bir biçimde ve kendi meşrebince varlığının dışına taşıyor. Baskın duygusu yas olmaktan çıktığındaysa başka bir Bento karşılıyor bizi.
Onun sözcükleriyle söylemek isterim: “Varlık kabını kendine özgü bir biçimde esnetme hünerini büyüten, büyütmeyi sürdüren, sürdürmeyi sürdüren bir Bento beliriyor kendi yasına mesafelendikçe.
“Okunması meşakkatli” demiştim; öyle ki, öylesine okuyup geçeceğiniz bir sonraki bölüme sağ salim ulaştıran paragraflar yok bu kitapta. Tam tersi, “Acaba ne demek istiyor?”larla dönüp duruyor dil; hakikat ve varlık uğulduyor sanki…
Tanıdık, bildik, dostça hissettiren bölümleri de söylemek isterim; bazılarımızın hayatına eşi benzeri görülmemiş bir biçimde dokunan bir şairin adına, ya da Paramaz’ın hatırasına denk gelmek gibi. Bir de Bento’nun “Arasından geçmeden, görmeden bilemez, sevemezsiniz beni” diye mırıldandığı kitapların düzeni üzerine söyleşecek çok şey var benim için. Belki sizin de olur. Kim bilir…
Bir de, bu kitabın içinden bir kaç kitap daha doğmasını, kitabın doğurmasını umut ediyorum! Çünkü aslında o uzun monologlar ve diyalogların insan olmaya ve dünya hâllerine dair başlı başına ve apayrı denemeler olduğunu görüyorum ve denemeler derlemesi hâlinde, hatta şimdilerde pek sevmediğim ama kaçınılmaz biçimde kullanacağım bir kelime olan “aforizma” düzeninde yazılarak da okuruna ulaşmasının güzel olacağını düşünüyorum.
Metnin ardındaki yazarı düşününce, yaşantının ve kavramların içini boşaltmadan, derinlemesine, enine boyuna, çaprazına ve zıddına da yer vermeyi bilen, felsefe sever, oyuncu ve müstehzi bir zihnin, başka edebi/felsefi biçimlere de göz kırptığını seziyorum; seçme ve derleme şansım olsa adını “Yürüyüş” koyacağım bir deneme kitabı mesela.
Yükte hafif, pahada ağır bunca söz başka bir kitapta ve başka bir bağlamda da okuruna ulaşır umarım!
Orman, yamaç, dağ, bulut, sis, koku, yağmur, toprak, çocukluk ve umut, ayrılık ve hüzün, öfke ve direniş, varlık ve oluş, vazgeçiş ve hevesle kendi yaşamının oluşumunu adımlayan, yürürken bunun kaydını tutan, gerçekten de tuhaf bir zihnin ürünü olan bu romanın, Suat’ın sahici ithafında da olduğu gibi, biz dostlarına, güzel kızı Nora’ya ve okurlarına “Ben buyum, aşağı yukarı böyle ve bu kadarım” dediği bu güzel anlatının okurunun da, söyleşeninin de bol olmasını dilerim.
(EAA/EMK)