Görsel*: 99images.com
Hava soğuk, montumun fermuarını ağzıma kadar çektim. Babamın çocukluğundan kalma, şapkayla atkı arası bir şey var boynumda, incecik keçeden.
Bazı yerlerini güve yemiş bu tuhaf şeyi seviyorum. Nedenini bilmeden seviyorum.
Belki babamın çocuk boynunun kokusu sinmiştir üstüne, belki uzun bir yayla masalıdır sobalı gecelerde gaz lambası ışığında anlatılan, bilmiyorum.
Şapkayı başıma geçirip yanlarında kalan uzun kolları sıkı sıkıya doluyorum boynuma.
Ağzımdan çıkan buhar güve yemiş keçenin içini ısıtıyor, nemleniyor yanaklarım.
Uzun bir yayla hikâyesi düşünüyorum bu aralar. Yine aklımın bir ucunda bu hikâye, ağzımda buhar, parmak uçlarım kırmızı yürüyorum bilmediğim bir yolda, bilmediğim bir yere.
İstanbul’un soğuk bir günü, kesik kesik yağmur yağıyor. Şapkanın sağından solundan çıkmış yumuşacık saçlarımın arasına gömülüyor damlalar. Arnavut kaldırımlı bir yokuş uzuyor önümde; bu şehrin kışı bana yalnızlığımı hatırlatıyor.
Bir adam geliyor o ara yanıma, ağzındaki buharı çekinmeden savurarak; “Pardon,” diyor, “Galata Kulesine nereden giderim?” Esmer bir adam, bıyıkları siyah, daha ak düşmemiş o bıyıklara, yaş almamış yeteri kadar.
“Bilmem,” diyorum gayri ihtiyari; “buraların yabancısıyım ben.”
Adam ağzından savurduğu buharı, sıkıca sardığı atkıya gömdüğü boynunu, iyice yukarı kaldırdığı omuzlarını ve ceplerine soktuğu ellerini alarak gidiyor yanımdan.
Hemen sol yanımdan bir yol kıvrılır, oradan azıcık ilerleyip sağa dönersen Galata Kulesine çıkarsın. Çıkarsın çıkmasına da o kuleyle senin geçmişin ne kadar ki? O kulenin tarifi sana mı kaldı? Ait misin bu şehre, bu sokağa, bu yağmura? Başının üzerinde gri bulutlarla sarmalanmış şu gökyüzüne ait misin?
Uzun bir yayla hikâyesi düşünüyorum bu aralar. Özgürce at binilen ovalar… Başı karlı bir dağ düşünüyorum kocaman, Ağrı Dağı mı, Hasan Dağı mı, Erciyes mi, Uludağ mı bilemeden. Babamın güve yemiş o tuhaf şapkasının ucunda sallanan püskül beni yabancılaştırıyor.
Biraz soluklanayım hem de içim ısınsın diye hasır tabureli bir çay ocağına oturuyorum.
“Ablam, yeni demledim çayı, tavşankanı! Getireyim mi?” diyor kelimeleri şiveli bir adam. Başımı sallıyorum; “Olur,” çıkıyor ağzımdan belli belirsiz. Adam büyük adımlarla giderken ben küçük bir yer buluyorum gözlerimi dikecek. Bir yere bakınca, önemli bir şey düşünüyor gibi görünüyorsun ya, işte; ilişmesinler istiyorum bana. “Önemli bir şey düşünüyor, aklını karıştırmayalım, belki izafiyet teorisini falan buluyordur,” desinler istiyorum. O arada adam mis kokulu bir çay bırakıyor ayağının teki biraz boşlukta olduğu için sallanan masaya.
“Nerelisin abla?” diyor başımda dikilerek.
“Yabancıyım, buralı değilim.” diyorum aynı tedirgin, kısık, güvensiz sesimle. Sesimi ne zaman duysam soğuyorum hayattan.
Adam gülüyor, adamın gülüşündeki özgüven beni o an, oracıkta öldürüyor. “Abla, hepimiz yabancıyız. Kim var ki yedi göbek İstanbullu?”
“Doğru…” diyorum, gitmiyor, başımda duruyor adam zebellah gibi.
“Uzunyayla!” deyiveriyorum aniden. Anlamıyor adam. İç sıkıntısıyla derin bir nefes alıp, çay bardağını kendime doğru çekiyorum. Adam gidiyor.
Boynumda babamın çocukluğundan kalma, yer yer güve yemiş, ince keçeden o tuhaf şapkalı şalımı düzeltip gidiyorum oradan. Yağmur hızlanmış, hava daha da soğumuş. Bıçak gibi kesiyor rüzgâr değdiği yeri.
Genç bir kadın yaklaşıyor yağmurdan korunmak için saçaklara sığınarak. “Yaa, pardon. Karaköy’e nasıl incem burdannn?” Ağzını yaya yaya, kelimeleri sündüre sündüre soruyor. Tiksintiye benzer bir his geliyor boğazıma doğru; “Bilmiyorum, yabancıyım ben!” diyerek kadınla göz teması kurmadan kaçarcasına uzaklaşıyorum. Başımın içinde bir anda pşine çalmaya başlıyor güzel bir kız. Gözlerimi kapatıyorum, yağmur yanaklarımı okşayarak iniyor. Yere dökülmüş samanın tozu burnumu gıdıklıyor, gülümsüyorum. Uzun, siyah bir etek yerdeki tozu savurarak yelpaze gibi açılıyor. Aynı anda bir sürü ayak yere vuruluyor.
Babamın çocukluğundan kalma, yer yer güve yemiş şargonuna gömüyorum boynumu iyice, gülümseyişimi sakınmıyorum, yayıldıkça yayılıyor yüzümde. Mahcup bir çift göz görüyorum gözkapaklarımın ardında, gülümseyerek bana bakıyor. Hatiyaqo’yu çağırıyor, usulca kulağına bir şeyler fısıldıyor.
Omzuma sertçe çarpan bir adam yalpalayarak yokuşu çıkıyor, arkasından bakakalıyorum. Ne ara bu kadar kaba oldunuz ki? Ne ara bu kadar yabancılaştım ben? Başımı önüme eğip pşinenin sesini bekliyorum tekrar. Gelmiyor. Kalbim kırılıyor. Az önce düşündüğüm başı karlı Oşhamahue’yi göreyim istiyorum. Görünmüyor. Kalbim kırılıyor. “Orada doğsaydım belki de başka türlü olurdu her şey,” diye geçiriyorum içimden. Ait olduğum yerde olayım istiyorum. Olmuyor. Kalbim kırılıyor.
Galiba benim kalbim çabuk kırılıyor.
Ben neden buraların yabancısıyım?
"Yaşam öykümü anlatabilmem için çok eskilere uzanmam gerekiyor. Elimden gelse daha da gerilere, çocukluğumun ilk yıllarına kadar uzanır, burada da durmaz çok ötelerde atalarıma doğru yol alırdım." der Hermann Hesse.
O zaman…
Olmak ya da olmamak, dönmek ya da dönmemek, görmek ya da görmemek, ölmek ya da ölmemek… Neresinden tutsan bir dert!
Bir buçuk asır önce dedemin babasının yerleştiği topraklar mı benim vatanım yoksa bir buçuk asır önce dedemin dedesinin vuruşa vuruşa öldüğü, ölse de bitmediği, kanıyla sulanmış o masal diyarı mı? Bilmediğim anadilim mi benim dilim yoksa doğduğum topraklardakilerden daha iyi bildiğim, yetkin olduğum mu? Hangisi daha hüzünlü?
Nereye aitim ben?
Köklerim niye bu kadar salkım saçak dışarıda? Niye kalbimde sonsuz bir keder var? Yerim yurdum burasıysa Xeky niye aklımı başımdan alıyor?
Ben bildiğiniz tüm masallardan sürülen Ayça!
Kentli Çerkeslerdenim… Aklımla, yüreğimle, vicdanımla, inatla dimdik duruşumla hemen tanırsınız beni, bir tanısanız seversiniz. Kalbimdeki o kapkara yarayı göstermem hiçbirinize, saklı tutarım; her daim iyimser bir gülüş vardır mühür gibi kilitli dudaklarımın ucunda.
“Sürüldünüz de ne oldu ki?” diyenlere, bu sürgünü göç sananlara verilecek cevabım ben! Dilsizim! Aidiyetsiz ve mutsuzum! Bir buçuk asır önce reva görülmüş bu büyük zulmün torunuyum! Kalemimden kan damlar her yazımda, her satırımda kendimle bir savaş vardır gözle görülen, kafamın içi salkım saçak cesetlerle dolu bir cenk meydanı! Karanlıktan korktuğumu, gök gürlerken nefesimi tuttuğumu, yaşamı oyun saydığımdan katlanılır bulduğumu hiç göstermedim bugüne dek.
Ben karanlığa ve yara izlerine tutkuyla bağlı Ayça!
Böyle bilinsin, böyle dillensin; sürgünüm. Kendime, vatanıma, yaşadığım topraklara, çiçeklere, kuşlara yabancıyım. Her şeyin kıyısında duran, tutunamayan, tutunamadıkça yalnızlığa gömülen bir sürgünüm.
Ben Oşhamahue’nin yalnızlığını kalbinde taşıyan Ayça…
Gözlerime bakarsanız oradan bir çığlık gibi yükselen ağıdı görürsünüz. Elleri ışık saçan Adiyıf da, Seteney Guaşe de, kalbi her gün parçalanan Nesren Jag'e de, yınijjlarla savaşan Sosrıque de, ölüler ülkesinde açan her bir aza çiçeği de, Oşhamahue’nin tepesinde dolaşan masal kuşu Semğuır da benim! Saçlarını kaybetmiş Almestin deyin yine de en iyisi siz bana. Tarağını kaptırmış, saçlarını kestirmiş, ölümle yaşam arasına sıkışmış Almestin! Ben hüznün ta kendisiyim.
Ben Adejelerin kızı, Ayça… Çerkes’im. Diasporanın sözlükteki karşılığıyım. (AAA/APA)
*Karahindiba Çiçeği Çerkes Soykırı'mının simgesidir. Çiçeğin, Çerkes halkının yaşadığı acı, zulüm, savaş, sürgün, soykırım gibi tüm trajedileri yaşamış, görmüş ve her şeye şahit olduğu iddia edilir.