İnsan dediğimiz varlık, neredeyse bir hayvan gibi yaşadığı karanlık bir geçmişten uygarlaşarak gelen, bu yüzden de bu hayvani doğayı hâlâ bir ölçüde içinde taşıyan bir mahlûk mudur? Yoksa insan yeryüzünde var olduğundan bu yana hep bir kültür içinde, bir topluluk içinde belirli göreneklere göre mi yaşamıştır? Yani aslında Batı düşüncesinin savunduğunun tersine, ilkel insanla "modern" denilen insan arasında esasa ilişkin hiçbir fark yok muydu? O zaman "modern" insanın üstünlüğü söylemi nereden kaynaklanıyor?
Marx'ın, Grundrisse'de, "ekonomi politiğin yöntemi" başlığı altında söylediği şu söz, Batı'nın dünyaya, insanlara ve toplumlara bakışının en ilginç özetidir sanırım: "İnsan anatomisi de maymun anatomisinin bir anahtarıdır" [1] Yani, insanı anlamak için maymundan yola çıkanlara, maymunu anlamak için insana bakılması önerilir. Dolayısıyla, geçmiş toplumların anlaşılması için de, anahtar niteliğinde olan, en "gelişmiş" toplum biçimi olan burjuvazi yani kapitalizm'dir. Çünkü bu "gelişmişlik", geçmişin "basitliğini" de içermektedir. Çünkü diyalektik mantık gereği, geçmiş olan, içerilerek aşılmaktadır.
Bu yaklaşım ise, "bizim" durduğumuz yere topolojik bir üstünlük kazandırmaktadır. O zaman geçmişin olduğu kadar dünyanın anlaşılması için de batı, dünyaya (yani öteki toplumlara) kendi durduğu yerden, yani açıklama gücüne ve niteliğine sahip olduğu o "üst" konumdan doğru bakar. Bu "üst" konum ise kendi üst niteliğini temellendirmek ve buradan itibaren yapılandırılan bir asimilasyon mantığını meşrulaştırmak için öncelikle bir "ilkel toplum" icat eder. Tıpkı ulusların da icat edilmesinde olduğu gibi.
Bu "ilkel toplum", kültür öncesi bir "doğa durumu"nu tanımlar. Tukidides'ten Hobbes'a, Hegel'den Marx'a, Durkheim'dan Freud'a ve hatta Aziz Agustinus'tan Machiavelli'ye kadar bütün Batı düşüncesi, bu temel varsayım üzerine kurulmuştur. Buna göre, "Doğa zorunluluktur: Kültürün başa çıkması gereken toplum-öncesi ve toplum-karşıtı bencilliktir". (Batı'nın İnsan Doğası Yanılsaması, s. 23) Ve yine insan doğası, "ilk günah" ile de malûl bir doğadır. Oysa "kültür, homo sapiens'ten daha eskidir, çok daha eskidir." ( a.g.e, s. 124) "Kültür insanın doğasıdır" (s. 130) ve insan, yeryüzünde ilk ortaya çıktığı andan itibaren toplumsal ve uygar bir varlıktır. Hatta -şayet böylesi bir zaman varsa- bunun farkına varmadığı ve bilincinde olmadığı zamanlarda bile.
Hobbes'un da Romalı düşünür Plautus'un "insan insanın kurdudur" sözünü teyit ederek, "herkesin herkese karşı savaşı" olarak tanımladığı bu doğa durumundan yegâne çıkış yolu, Leviathan'ın, yani bir zorbanın (veya bir "hükümdarın") şiddete dayanarak topluma egemen olmasıdır. Bu, nomos'un, (yani yasa'nın) physis'e (yani doğaya); bir başka deyişle kültür'ün doğa'ya egemen olması anlamına gelmektedir.
"Batı'nın yerleşik folklorunda, 'vahşi'nin (onlar) 'medeni'yle (biz) ilişkisi, doğanın kültürle ve bedenin zihinle ilişkisi gibidir" (s. 123). Bedenin doğalaştırılarak aşağılandığı bu düalist söylem, bu kez Batı ile ötekiler (Doğulular, İlkeller, Zenciler...) arasında yeniden kurgulanarak asimilasyoncu uygulamaların meşruiyet kaynağına dönüştürülür.
Beri yandan, özellikle Rousseau gibi kültür/medeniyet karşıtları açısından ise, "doğanın sahiciliği ve gerçekliği karşısında nomos sahte bir şey anlamı"na gelmektedir. Bu takdirde doğa durumu, Cennet Bahçesi veya Soylu Vahşi imgelerini canlandırmaktadır. Günümüz burjuvazisinin "organik" beslenme tutkusunda da bu tür bir saflığı ve bozulmamışlığı aramanın izleri yok mudur? (s. 45, 47). Bu tür istisnai fantezilerin ötesinde, "insanın çıkarına düşkün hayvani bir doğaya sahip olduğu yolundaki Batı'ya özgü kavrayış, (aslında) antropolojik ölçekte bir yanılsamadır". (s. 64)
Batı'nın bu yanılsama açısından ulaşmış olduğu kültürel üstünlük formu, bir yandan şiddetle korunacak, diğer yandansa aynı kültürel form, bu forma ulaşamamış olanlara da bir "insan hakları" standardı olarak ve gerekirse şiddetle benimsetilecektir. ABD'nin "Kurucu Ataları"nın diliyle, "hükümet, tıpkı bir giysi gibi, yitirilmiş masumiyetin alâmetidir; kralların sarayları, cennetin çardaklarının harabeleri üzerinde yükselir". (s. 91) Başkaları (ötekiler) ise, ancak ihtiyaçlarımızı gidereceğimiz (Helvetius'un yaklaşımına göre sevmek de bu ihtiyaca dahildir); Kantçı bir yaklaşımla bakıldığında, onun vasıtasıyla amaçlarımızı gerçekleştireceğimiz birer araçtır. Sahlins, haklı olarak bu yaklaşımı, "Kantçı bir etik felâket" olarak tanımlamakta (s. 103): "Aziz Augustinus'un, kölelik ve aslında ilahi bir ceza olarak gördüğü insanın bedensel arzulara sonsuz boyun eğişi, bugünün neoliberal iktisatçıları, yeni-muhafazakâr siyasetçileri ve çoğu Kansaslının gözünde özgürlüğün temel ilkesi haline geldi" (s. 104). Bunun sonucu olarak özçıkar tanrısal bir hak, mülkiyetçi bireycilik ise temel bir özgürlük olarak burjuvazinin temel prensipleri ve hatta "insan hakları" arasına dahil edildi.
Temeldeki bir insan-öncesi durumdan -doğa durumu-, Batılı insana doğru evrimleşen bir uygarlaşma tezine karşı, aslında günümüzün giderek vahşileşen (Batılı) insanının, "insanlık"tan bir sapma içerisinde olduğu açıkça ortadadır. Buna karşı üretilmeye çalışılan yanılsatıcı bir söylem, bir insan hakları ideolojisi, günümüz Batılısını tüm insanlık tarihi içerisinde seçilmiş kılmaya matuf, tersinden bir bakıştır. Sadece İkinci Dünya Savaşı esnasında tüm insanlık tarihinden daha fazla cana kıymış ve çok daha fazla şiddet üretmiş olan Batılı ülkeler, her şeye rağmen insanoğlunun vahşetten insanlığa doğru sancılı bir evrimleşme içerisinde olduğu konusunda neredeyse hemfikirdirler. Oysa nasıl ki tüm doğal türler dünyada daha en başından itibaren kendi doğal formları içerisinde bulunmaktaysa, insan da yeryüzünde daha en başından itibaren bir insan toplumu içerisinde bulunmaktadır.
"Bu durumda şu soruyu sormalıyız: Şayet insanın gerçekten de toplum-öncesi, anti-sosyal hayvani bir eğilimi varsa, nasıl oldu da çok sayıda halk bu eğilimden bihaber kalabildi ve cahilliklerini anlatabilecek kadar uzun süre yaşayabildi? [Oysa] bu halkların pek çoğu, genlerimiz, bedenlerimiz ve kültürümüzde alttan alta iş gördüğü varsayılan hayvansılık şöyle dursun, hayvan olma mefhumuna bile sahip değil." (s. 116) (Yani hayvanları bile insanî toplumun bir parçası olarak görürler. Çünkü hayvanlar bile bu dünyaya ait "dilsiz", ama sembolik varlıklardır. Örneğin Sahlins, pek çok "ilkel" toplumda, hayvanların da insanlar gibi kendi kültürleri olan topluluklar halinde yaşadıklarına inanıldığını aktarıyor.)
Daha önce dilimize çevrilen Taş Devri Ekonomisi adlı çalışmasında [2] da insanın her daim uygar ve toplumsal bir varlık olduğunu savunan Sahlins, insanların "Taş Devri" olarak tanımlanan dönemde günümüzden daha insani bir hayat sürdüğünü, daha özgür ve mutlu olduğunu ortaya koyuyordu. Biriktirmek, mülk edinmek ve aç kalmak gibi korkuları olmayan eskil toplumun insanları, doğal bir dayanışma ve paylaşma duyarlılığı içerisinde yaşamaktaydılar.
Marx'ın da katıldığı bir yaklaşımla, "yoksul ülkelerde halk rahattır, buna karşın zengin ülkelerde halk genellikle yoksuldur" (a.g.e., s. 14). "Taş Devri Ekonomisi"nde, Batı-merkezci antropolojinin neredeyse hayvanlarla bir tuttuğu eski toplumun insanlarının, günümüz insanının içerisinde bulunduğu zorbalıktan, hayatını kazanma tutkusundan, güce ve nesnelere köle olmaktan oldukça uzak, sade ve insanca bir hayat sürdüğünü ortaya koyan Sahlins, "Batı'nın İnsan Doğası Yanılsaması"nı ise şu sözlerle bitiriyor: "Benim çıkardığım naçizane sonuç, Batı medeniyetinin sapkın ve hatalı bir insan doğası anlayışı üzerine kurulu olduğudur... Bununla birlikte, bu sapkın insan doğası anlayışının varoluşumuzu tehlikeye attığı büyük olasılıkla doğru." (ÜA/EKN)
[1] (Grundrisse, Karl Marx, çev. Sevan Nişanyan, Birikim Yayınları. s. 176)
[2] bgst Yayınları, çev. Taylan Doğan, Şirin Özgün, 2010.