Söz konusu olan, kıtadaki en eski ve köklü silahlı örgütlerin sonuncusunun da aktif mücadele sahnesinden nihai olarak çekilmesi miydi? ETA neden böyle bir karar almıştı ve bu seferki ateşkesin daha önce almış olduğu benzer kararlardan farkı neydi? Tarihsel hedeflerini ulaşılmış olarak mı kabul ediyordu, yoksa programını ve dolayısıyla stratejisini mi değiştirmişti? Ve nihayet, merkezi hükümet onu "ciddiye alıyor" muydu?
ETA programı tarihe havale
ETA yayınladığı bildiride, "Bu kararın hedefi, Bask Ülkesinde diyalog, görüşme ve anlaşma yoluyla Bask halkının gereksinim duyduğu politik değişimi gerçekleştirebileceği bir demokratik süreç başlatmaktır... Bu sürecin sonunda, geleceklerine ilişkin söz ve karar hakkı Basklı yurttaşlara ait olmalı, ve böylece anlaşmazlığa demokratik bir çözüm sağlanmalıdır. ETA bu sürecin ilerletilmesinin ve Bask Ülkesinin geleceğine ilişkin anlaşmaların gerçekleştirilmesinin, ülkenin çoğulcu ve bütünsel yapısı dikkate alınarak, tüm Basklı unsurlara ait olduğu kanaatindedir", diyordu. Bu anlamda bildiri çok netti: ETA, tarihsel hedefi olan Bask ülkesinin bağımsızlığı programından vaz geçtiğini söylemiyor (sosyalizm şiarını çok önceleri bırakmıştı), ama bunu "Bask halkının gerek duyduğu politik değişim" gibisinden soyut bir ifade altında eritiyordu. Öte yandan, gene acil bir silahsızlanma ilan etmiyor, ama silahlı mücadele stratejisinin yerine "diyalog, görüşme ve anlaşma" ve "demokratik çözüm" çizgisini geçirdiğini duyuruyordu. Özetle, ETA programını ve stratejisini tarihe havale edip, kendisinin ne olacağına dair hükümetle pazarlığa oturmak istiyordu.
Karar hangi sürecin sonucu?
ETA 1958'de Franco'nun faşist diktatörlüğüne karşı "bağımsızlık ve sosyalizm" hedefleriyle silahlı bir örgüt olarak kurulmuştu. Franco'nun 1975'teki ölümünden iki yıl sonra başlayan "demokratikleşme" sürecinin sonunda kaleme alınan yeni İspanya Anayasası 1979'da düzenlenen referandumda ülke genelinde kabul edilmiş ama Bask bölgesinde reddedilmiş ETA da anayasada ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının öngörülmemiş olduğu ("İspanya tek ve bölünmez bir bütündür") gerekçesiyle stratejisini ve eylemlerini sürdürmeye karar vermişti.
1978'e değin 142 kişinin ölümüyle sonuçlanan eylemler gerçekleştiren örgüt bu tarihten sonraki yirmi yıl boyunca ağırlıklı olarak tekil hedeflere yönelmiş, bu eylemleri sonucunda yaklaşık yarısı sivil olmak üzere 652 kişi ölmüştü. Bu dönemde aynı zamanda devletin, özellikle de on üç yıl aralıksız süren Sosyalist Parti (PSOE) hükümetlerinin ETA'ya yönelik ağır saldırılarına ve GAL (Grupos Antiterroristas de Liberación= Özgürlükçü Antiterörist Gruplar) adlı gizli örgütte somutlaşan resmi terörüne tanık olunmuştu. Yüzlerce Basklı yurtsever işkenceden geçirilmiş, kaçırılmış ve öldürülmüş, binlercesi ise hapishanelere tıkılmıştı.
1980'lerin ortalarında ise, ETA'nın dünyadaki hemen tüm gerilla hareketlerinde görülene benzer bir politik strateji değişikliği içine girmeye başlamasına tanık olunmuştu. O döneme değin Bask ülkesinin kendi kaderini tayin hakkı sorununu, tüm İspanyol devleti ölçeğinde gerçekleştirilmesi gereken demokratik devrimle ilişkilendiren ETA, daha sonraları kendini bu süreçten ayırıp salt ulusal mücadeleye hasretmeye yönelmişti. Oysa İspanyol burjuvazisinin öncülüğünde (ve Komünist Parti'nin desteğiyle) gerçekleştirilen "demokratik geçiş" aslında Frankocu kurumların (özellikle ordu, devlet bürokrasisi ve adalet mekanizması) sürekliliğinin parlamenter biçim altında korunması, ve Bonapartist devlet yapısının Monarşi çatısı altında pekiştirilmesinin ötesine geçememişti. Nitekim, ülkedeki farklı uluslara (Basklıların yanı sıra Katalanlar, Galiçyalılar, Endülüslüler, vb) belirli bir yönetsel otonominin ötesinde varlık hakkı tanımayan 1979 "demokratik" anayasası, ülkenin bütünlüğünü tehdit eden girişimlere karşı Kralı orduyu harekete geçirmekle yükümlü kılıyordu.
ETA'nın yeni hedefi artık, İspanya'daki tüm diğer ezilen uluslarla ve işçi sınıfıyla değil, Bask burjuvazisiyle stratejik bir ittifak kurabilmekti. Bu anlamda, mücadelesini belirleyen eksen onun sınıf karakteri değil, "Basklı" olma özelliğiydi. Bu dönüşün kaçınılmaz sonucu da, giderek bireysel terörizm biçiminde yozlaşan bir silahlı mücadele anlayışını ön plana çıkarmak olmuştu. Dolayısıyla çelişki ve çatışma, kitleler (halklar ve işçi sınıfı) ile burjuvazi (Bask burjuvazisi dahil) ve Krallık rejimi arasında değil, iki askeri güç arasında sıkışıp kalacaktı: bir yanda ETA, öbür cephede ise ordu ve polis. Bütün öbür benzer gerilla hareketleri gibi ETA da devleti sürekli bir şah-mat tehditi altında sıkıştırabileceğine, ve durumu onun için dayanılmaz hale getirip rejimi politik pazarlığa zorlayabileceğine inanıyordu. Bu gerçekte bir tür "silahlı reformizm"den başka bir şey değildi: Monarşiyi, Bask ulusunun kendi kaderini tayin hakkını kabul etmeye zorlamak yeni strateji haline gelmişti.
Bu anlayış çerçevesinde artık örneğin Madridli ve Barselonalı işçiler, ülke ölçeğindeki demokrasi, ulusal kurtuluş ve sosyalizm mücadelesinin vazgeçilmez ögeleri olmaktan çıkıp, ETA ile devlet arasındaki mücadelenin araçları haline dönüşmüşlerdi. Böylece gündeme gelen Hiperkor, Vallecas gibi kitle ölümlerine yol açan çarşı bombalama eylemleri ülke ölçeğindeki sınıfsal ve ulusal dayanışmanın paramparça olmasına yol açmış, rejimin özellikle Bask'taki baskılarını daha da artırabilmesine zemin hazırlamıştı. Kitlelerdeki yorgunluk ve moral bozukluğu, hatta ETA'ya karşı büyüyen öfke, devlet baskısının ve onun karşısında korkunun ve tecrit halinin toplumsal dokunun derinliklerine işlemesine, politik savaşımın ve kitle seferberliğinin üzerinde egemen hale gelmesine neden olmuştu. Devlet kitleler arasında meşruiyet kazanmaya, yurtsever hareket ise zemin yitirmeye başlamış, hatta 1996'da iktidar olan Aznar'ın gerici Halkçı Parti (PP) hükümeti Bask ülkesinde ETA karşıtı kitle gösterileri düzenleyebilir hale gelmişti.
Aznar iktidarının ikinci yılında ETA, "otonomi yolunun başarısızlığa uğramış olduğunun açığa çıktığını" ve "egemenlik hakkına yönelik yolun açılabilmesi amacıyla süresiz ateşkes" ilan ettiğini duyurmuş, hükümet yetkilileriyle yapılan Zürih görüşmelerinde ise rejim beklendiği üzere ETA'nın Bask'ın kendi kaderini tayin hakkı talebini reddetmişti.. Bunun üzerine ETA tekrar eylemlere başlamış ve 2003'e değin 46 kişinin ölümüne neden olmuştu. Ama bu dönem aynı zamanda ETA'nın Basklı kitlelerden en fazla soyutlandığı, sivillere yönelik eylemlerinin en fazla tepki topladığı ve de en şiddetli devlet baskısına maruz kaldığı süreç olacaktı. Öyle ki, neredeyse yılda bir iki kez ETA'nın tüm önderlik kadrosu operasyonlar sonucunda tasfiye olup değişmiş, örgütün yönetimi üçüncü veya dördüncü kademeden deneyimsiz gençlerin eline kalmıştı.
Bu arada, ETA'nın programını yasal düzlemde savunan Herri Batasuna (Halkın Birliği), yasaklanmadığı dönemlerde girdiği seçimlerde Bask bölgesinde aldığı yüzde 10 ile 15 arasında değişen oy oranını giderek düşen bir eğilimle korumakla birlikte, kitlelerin seferberlik öncüsü olma işlevini yitirmeye, ve devlet ile ETA arasında arabulucu rolü oynayan bir aygıt haline dönüşmeye başlamıştı. "İntifada" özelliği kazandırmaya çalıştığı kale barroka ("sokak mücadelesi") ise kitle seferberliği olmaktan çıkıp doğrudan örgüt militan ve sempatizanlarının polisle taşlı sopalı çatışmasına, bankamatiklerin, otobüs duraklarının veya çöp bidonlarının yakılması eylemlerine dönüşmüş, bir başka deyişle yozlaşmaya yüz tutmuştu.
Frankocu Aznar hükümetinin aradığı da tam bu ortamdı, ve onun için amaç "Bask sorununun" kökünden kesilip atılmasıydı. PSOE ile imzaladığı "terör karşıtı anlaşma" çerçevesinde hükümet baskıları iyice artırdı: Egin ve Egunkaria gazeteleri kapatıldı, başta Batasuna olmak üzere partiler ve toplumsal hareketler yasa dışı ilan edildi, yüzlerce militan hapisanelere tıkıldı. Ülkenin en önemli işveren örgütü, Bask parlamentosunun kapatılmasını istemeye başladı. Hükümet bu arada Bask burjuvazisinin en önemli iki çokuluslu şirketini (BBVA bankası ve Iberdola enerji şirketi) Madrid'e taşıyıp denetim altına almaya yöneldi. İşte tam bu arada işler karıştı, zira hükümetin bu girişimi, Bask mali sermayesinin İspanya kapitalizmi içindeki tarihsel yerini tehdit ediyor, onu Madrid burjuvazisine tabi kılmayı hedefliyordu. Böylece burjuva Bask Ulusalcı Partisi (PNV) söylemini radikalleştirdi, verili otonomi hakkının ötesinde egemenlik arayışlarına yönelebileceğinin işaretlerini vermeye başladı. Aznar hükümetinin buna yanıtı ise, Bask burjuvazisini ETA'cı olmakla suçlamak ve Bask parlamento ve yerel hükümet başkanlarını hapse tıkmakla tehdit etmek oldu.
Ateşkese doğru
Ama Mart 2004 seçimlerinde Aznar hükümeti, ABD'nin Irak'ı işgal savaşında takındığı Bush yanlısı saldırgan politikalarının faturasını ödemek zorunda kaldı ve büyük bir gürültüyle iktidardan düştü. Parlamentodaki Sol Birlik ve diğer ulusalcı yerel partilerin desteğiyle iktidar olan PSOE'nin ulusal soruna ilişkin programı ise, bu sorunları Anayasa çerçevesinde tek tek yerel hükümetlerle görüşerek ve ulusal burjuvazilerin desteğini alarak çözmek doğrultusundaydı. İlk adımı, Katalan burjuvazisiyle anlaşıp yerel hükümetin yetkilerini, asla bağımsızlık hayalinin kurulmasına yer bırakmayacak bir ölçüde genişletmek oldu. Herkes bunun ardından Bask sorununun ele alınacağından emindi.
Sonunda beklenen oldu, ve ETA'nın hapisanedeki tarihsel önderleri (Bilbao, Almortza, Mugika, Solana, Akarama ve Aparicio) 2004 ortalarında ortak bir duyuru kaleme aldılar. Duyuruda, "askeri-politik stratejimiz üzerimizdeki düşmanın baskısı karşısında aşılmıştır... Bugün vermekte olduğumuz silahlı mücadele bir işe yaramamaktadır... Yurtsever Sol, Örgüt'ün (ETA) zayıfladığını, silahlı eylemlerinin etki gücünün kalmadığını hissetmektedir. Örgüt baskılara tamamen açık durumdadır ve reaksiyon yeteneğine sahip değildir" deniyordu. ETA yönetimi bu bildirinin içeriğini kabul etmese de, tarihsel önderliğin ortak mektubu örgüt için bir dönüm noktası oluşturuyor ve Zapatero'ya açık bir davetiye niteliği taşıyordu. Zapatero parlamentoda, "ETA'nın silahları bırakması halinde kendisiyle görüşme masasına oturabileceğini" ilan edince taşlar artık iyiden iyiye yerine oturmuş, gözler ETA'ya çevrilmişti.
İlk açıklamayı ETA yerine, Batasuna'nın lideri Aarnoldo Otegi yaptı. 2004 Kasım'nda Anoeta'da düzenlenen gösteride Otegi, Bask sorunun "barışçıl çözümünün" olanaklı olduğunu duyurdu ve iki görüşme masası önerdi: birinci masada ETA ve devlet silah ve tutuklular sorunlarını görüşmeli, ikinci masada ise tüm Basklı politik güçler aralarında bir uzlaşma aramalıydılar. Kısacası ETA silah bırakmaya hazırdı ve karşılığında artık sadece mahkumların Bask ülkesindeki cezaevlerine taşınmasını ve hafif suçluların serbest bırakılmasını talep ediyordu. Politik sorun ise sınıflar arası uzlaşmaya havale edilmişti ve ETA çıkacak kararı kabule hazırdı, üstelik bunu Katalan sorununun çözümünde hükümetin ve burjuvazinin çıtayı ne denli alçağa yerleştirmiş olduğunun bilincinde olarak duyuruyordu. Özetle, artık "silahlı reformizmin" silahları susuyor, "barışçıl uzlaşma" dönemi açılıyordu. ETA ve yurtsever hareket, demokratik kurumlara katılmaya hazırdı. Ve ETA ilan ettiği "sürekli ateşkes"le Otegi'nin duyurusunu imzalamış oldu.
Ulusal bağımsızlık parolasıyla silahlı mücadeleye girişen ve bu sürecini Monarşi rejiminin kurumlarına katılma kararıyla noktalayan ETA'nın silahlara veda duyurusu, önünü yıllarca tıkayıp parçalanmasına katkıda bulunduğu İspanya işçi ve emekçi yığınlarının mücadelesinde yeni bir birleşik seferberlik döneminin açılmasına katkıda bulunacak mı?
Bu sorunun yanıtı biraz da ülkedeki ulusal sorunların aşılmasını sosyalizm hedefiyle birleştirme bakışına sahip devrimci solun, Basklı Yurtsever Sol ile birlikte yeni bir inşa projesine girişebilme yeteneğine bağlı olacak. (YB/EK)