1800'lü yılların ortalarında, Kıta Amerika'sında kuzeylilerle güneyliler arasındaki iç savaşın ortasından bir kesitle çok insani bir film izlemiştim. Onu anımsadım, mevzu barış olunca! Filmden bir replik olsun hikâyenin akışı.
"Soğuk Dağ" filminin son sahnesinde diyordu ki: "Kaybettiklerimiz bir daha asla geri dönmeyecek. Çok kan aktı. Bu topraklar iyileşmeyecek, kalbimizdeki yaralar kapanmayacak. Tek yapabileceğimiz, geçmişle barışmak ve ondan ders almaya çalışmak."
Filmden replik, sanırım doğru yerden ses veriyor. Barışmak elbette, ama geçmişte yaşananları, yaşatılanları ve üstelik hâlâ yaşatılmak için üstün bir gayretkeşlikle sürdürülenleri unutmadan elbette. Neden mi "unutmadan"? Çünkü unutan, unutulur da ondan…
Birileri bize ısrarla diyor ki, ya da demeye getiriyor ki; unutun! Unutun ki öyle barışalım. Peki sormayacak mıyız; neyi, hangi birini unutalım?
Toplu insan kıyımlarını mı?
Taammüden cinayet misali topyekûn şehir yıkımlarını mı?
Asit kuyularından uzun yıllar sonra çıkarılan kayıp insan kemiklerini mi?
Ucu açık sürgünleri mi?
Bir gecede bir emirle kapatılan STK'ları mı?
Adına "KHK" denilen, işsiz, güçsüz, aç ve ilaçsız bırakılan bilim insanlarını mı?
Coğrafyasındaki her üç seçmenden ikisinin oyunu alarak temsiliyet hakkı kazanan belediyelerin gasp edilip sekiz yıl boyunca kayyumla yönetilmelerini mi?
Boşaltılan, sakinleri yersiz yurtsuz hâle gelen dört bin köyün sakinlerini mi?
On yedi bin faili meçhul cinayeti mi?
Saymakla, çetelesi tutulmakla bitmeyecek bir “UNUTMAMA” tarihi üzerinden bir halk kendi anadilinde hâlâ AŞÎTÎ diyorsa, söz anlamlı ve kıymetli demektir.
Barışacaksak eğer, öncelik dille olmalı.
Dil vardır, yılan dili gibi tıslar; ne zaman zehrini boşaltacağını fark etmezsiniz. Ahmed Arif’in kelâmınca; “Onlar engerekler ve çıyanlardır” çünkü.
Bir başka dil de vardır ki, yılanı deliğinden çıkarır.
İşte böyle bir dille, toplumsal mutabakat esas alınarak, önce en küçük ortak paydalar üzerinden yürünerek, giderek artan paydaşlıklar şeklinde bir yol yürüyüşüne ihtiyaç var.
Bu uzun ve hayli zahmetli "Barış" yolunda yürüme azmi ve kararlılığında olanlar, ancak sahici barışın erdemli şahsiyetleri ve tarih yazıcıları olabilir…
Son söz mü? Belki de başlığın dayanılmaz cazibesi; Kürt, anasını görsün hem de hasretle, özlemle kucaklasın… Kucaklasın ki belki o zaman kalıcı barış zuhur eder.
Yazının görseli
Kürt Gazeteci ve Ressam Zehra Doğan, Taybet İnan'ı resmetti.
Şırnak'ın Silopi ilçesinde, 14 Aralık 2015’te ilan edilen sokağa çıkma yasağının beşinci gününde, 57 yaşındaki Taybet İnan (Taybet Ana) ve 53 yaşındaki kayını Yusuf İnan, sokakta vuruldu ve hayatını kaybetti.
Taybet Ana'nın cansız bedeni, vurulduktan sonra tam yedi gün boyunca sokakta bekletildi. Vücuduna isabet eden on kurşunla hayatını kaybeden Taybet Ana, 11 çocuk annesiydi. Resmi açıklamalar belirsizliklerle doluydu; Emniyet, "ölümünden altı gün sonra haberimiz oldu" derken, savcılık ise “Güvenlik güçleri tarafından vurulmadı” şeklinde bir açıklama yaptı ve vücudundaki metal parçaların hangi silahtan çıktığının tespit edilemediğini iddia etti.
Olayın ardından, Taybet Ana'nın oğlu Mehmet İnan, o günü anlattığı mektubunda, yaşadığı tarifsiz acıyı şöyle anlattı:
"Annem tamı tamına yedi gün sokakta kaldı… Hiçbirimiz uyuyamadık, köpekler gelir, kuşlar konar diye... O orada yattı, biz 150 metre ilerisinde öldük. Bir insan bir insana ne kadar acı çektirebilirse, devlet de bize yedi günde bunu yaptı. Yedi gün, tam yedi gün, annenizin cenazesi sokak ortasında kalsın… İnsan çok iyi olamıyor, insan kalamıyor… Annemin elleri kaskatı olmuş ve öyle sıkmış ki eşarbını, belli ki canı hayli acımış. Öptüm ellerinden, 'Helal et hakkını' diye ama... Kanı kurumuş annemin; elleri, yüzü, ki düşerken toprağa değmiş… Elbiseleri kandan ıslanmış, sonra kurumuş, sonra taş olmuş. Kokusu gitmiş, toprak ve kan kokuyor annem, saçları sertleşmiş, kirlenmiş. Annemin canından can almışlar. Gözleri açık kalmış annemin, yüzü eve dönük, ayakları toplanmış; bir güç gelsin diye çabalamış belli ki… Benim annem, siz benim annemi öldürdünüz. Çocuklarınız var mı bilmiyorum, sizin yoksa bile sahiplerinizin var. Nasıl bir acı, demeyeceğim zira ağır… Yedi gün, benim annem yedi gün kara kış soğuğunda kaldı. En acısı, kaç saat yaralı kaldığını bile bilememek, keşke diyorum hemen ölmüş olsa. Siz benim annemi öldürdünüz.”
Taybet Ana ve Yusuf İnan'ın cenazeleri, çatışmalar gerekçe gösterilerek yedi gün boyunca sokakta bekletildi. 57 yaşındaki Taybet İnan ancak 23 gün sonra defnedilebildi. Cenazesine sadece iki oğlu ve birkaç akrabası katılabildi; eşi ve dokuz çocuğuna, güvenlik gerekçesiyle törene katılma izni verilmedi bile.
*Bu bölümü Ekmek ve Gül'den aldık...
(ŞD/EMK)