*Karikatür: İzel Rozental
Barış, bahçelerin birinde huzur içinde oturuyordu. Hava güzeldi, etraftaki her şey ona güven veriyordu. Bir anda eski püskü giysiler içinde yaşlı bir adam yanına oturdu. Ona hızlı bir bakışla baktıktan sonra Barış iç geçirdi.
Adama bakmadan, “Şüphesiz yorulacaksın, neden yorulmayasın ki?” dedi ve devam etti: “İnsanlığın oluşumdan beri bir an bile sakinleşmedin.”
Adam, “Bu dünyaya gelip adımı seçememek benim suçum değil. Adıma çok benziyorsam, bu elimde olan bir şey değil. Herkes kendi adından bir pay alıyor” diye cevap verdi.
“Seni iyi gördüm Barış. Hala gençsin” diyerek konuşmasına devam etti. Barış kendinden çok emin ve sakin bir şekilde, “Çünkü insanlık beni doğurduğu an kalbimde senin gibi kin tutmadım. Aksine tüm görevim sen dünyayı alt üst ettikten sonra arkandan gelip bu alt üst ettiğin dünyayı düzeltmektir” dedi.
"Bir şeyi çok merak ediyorum, çoktandır sana sormak istiyorum: Aynı sahneleri görmek seni rahatsız etmiyor mu?” diyerek konuşmasına devam etti Barış.
“Aynı sahnelerden kastım; işkence ve taciz sahneleri, ölüm, sevenlerin ayrılık sahneleri... Annelerin yüreğini yakıyorsun. Çocukları yetim bırakıyorsun. İnsanları yurtlarından göç ettiriyorsun. Evlerini başına yıkıyorsun. Savaşta ellerini veya bacaklarını kaybedenlerin görüntüsünden hoşlanıyor musun? Yoksa insani yardım derneklerinin kapısında kuyrukta bekleyen o insanları görmekten keyif mi alıyorsun?”
Adı Savaş olan adam, “Lütfen dur” diyerek Barış’ın sözünü kesti: “Dur! Bu dünyadaki tüm kötülüklerin kaynağı benmişim gibi konuşuyorsun. Evet, kabul ediyorum, bazı savaşlar çıkarlar yüzünden başlıyor. Bazı savaşlar saçma sapan sebeplerle yapılıyor. Ama ben o kadar kötü biri değilim. Bazen haksızlığa başkaldırmak için fakirlerin yanında durduğumu da inkar etme. Sana bazı örnekler vereceğim. 1789 yılında Fransa’da soylulara karşı isyan başarıya ulaştığında, bu zaferden dolayı çok mutlu oldum. Çok içtim. Şafak sökünceye kadar içtim.”
“Evet, senin için önemli olan bu, kazanmak ve içmek. Kurban sayısı umrunda bile değil. Senin için önemli olan, sürekli zafer kazanmaktır” diye yanıtladı Barış.
Savaş, Barış’ın yeniden sözünü kesti: “Seninle her tartıştığımda, beni bu dünyada çirkin olan herşeyin sorumlusu olarak göstermekten vazgeç. Barış günlerinde, savaşa hazırlananın sen olduğunu unutma. Bana söyler misin, barış günlerinde de zorbalık, açlık, yıkım, sömürü yok mudur? Ve bu sebeplerden dolayı insanlar ölmüyor mu? Ve barış günlerinde ölen insanların, savaş günlerinde ölen insanlardan farkı nedir? Söyle bana...
Savaş, barış günlerinde yaşananların sonucudur, dostum. Rüşvetçiler, hırsızlar, insanların parasını rızalarıyla olsun ya da olmasın alan kişiler, tüm bu detayları nasıl gözden kaçırırsın? İnsanların huzur içinde yaşarken rahat olduğunu sanıyorsun. Kulaklarını bütün bunlara kapatıyorsun. Derin bir uykudaymışsın gibi... Uyandığında ise senin yerini ben almış oluyorum. Sanki insanlar sadece savaşlardan ölüyormuş gibi konuşuyorsun. Evet, savaş ölümlerin sebeplerinden biri ama belki ben onlara en rahat ölümü sunuyorum. Kıtlıklarda, depremlerde ölenlere ne diyorsun?”
Barış, “Doğa zaman zaman isyan eder ve bu onun hakkıdır. Çünkü doğa, insanların elinden yıkımı yaşar. Ama sen her zaman, her yerdesin” dedi ve devam etti: “Sen çok kaoitik bir resim çiziyorsun. Barış günlerinde ölen insan sayısı ne kadar fazla olsa da savaş günlerindeki yıkım kadar büyük değil. Savaş günlerinde ölen insanların sayısı ile barış günlerinde ölen insanların sayısını kıyaslamak da neyin nesi? Savaşta ölümlerin yanı sıra, evini yurdunu terk etmek zorunda kalan insanlar, tecavüze uğrayan kadınlar, evi barkı yıkılanlar, annesiz babasız kalan çocuklar. Yıkım o kadar fazla ki savaş günlerinde, ikisini karşılaştırmak mümkün değil.”
“Ama göç eden pek çok insanın hayatı değişti. Daha güzel bir hayata kavuştular” dedi Savaş.
Barış inceden gülümsedi: “Ne diyorsun sen? İnsanları kendi rızası olmadan kökünden, toprağından, ailesinden, toplumundan koparmışsın. Bu durumdaki birisine dünyanın bütün malını mülkünü versen, ne fayda. O, geçmişini orada bıraktı.
Sana Arap Baharından bu yana yaşananları hatırlatayım mı? Mesela Suriye’de 10 yılı aşkın bir süredir devam eden savaşı... İnsanlar yerlerini yurtlarını bırakıp başka ülkelere gitti. Oradan da kayıklarla denizden Avrupa ülkelerine gitmeye çalıştı. Yüzlercesi hatta daha fazlası denizlerde boğuldu. Bu mu değişti dediğin hayat? Bu kadar derin travmalar yaşayan bu insanlar, gittikleri ülkelerdeki hayatları çok güzel olsa da ne kadar mutlu olabilirler? Bu travmayı unutması için ne kadar zaman gerekiyor acaba? Onlar gittikleri ülkelerde birer mültecidirler. Adları sanları olmayan…Onurlarını yitiriyorlar. Avrupa 'Kayıp Cennet' değil ki bu kadar övünerek anlatıyorsun.”
“Senin bu tartışmalarından sıkıldım” dedi Savaş: “Şimdi bir kahvede olsaydım, uzak hayallere dalmıştım. Daha huzurlu bir hayat sürerdim. Selahattin Küdus’ü aldığında onunla birlikte başıma zafer tacını taktığımda ne kadar keyif aldığımı tahmin edemezsin. Ya da İskender, Timur, Napolyon, ve daha niceleri at üstünde yol kat edip yeni yerler aldıklarında, kazandıkları zaferlere ne kadar sevindiğimi anlayamazsın. Ya da Hitler Polonya’yı aldığında. Saddam Kuveyt’e girdiğinde.”
“Yüz yıllardır bu fikrini değiştirmen için seninle mücadele ediyorum. Ancak sen, sen olarak kalacaksın, ben de ben olarak kalacağım” dedi Barış.
Savaş, üstündeki tozu silkeledi: “Bir daha ne zaman görüşeceğiz, bilemiyorum. Vaktimiz sona erdi, gitmemiz gerek. Yapacak daha çok iş var. Ama her zaman nefesimi ensende hissedeceksin.”
Barış başını iki yana sallayarak uzaklaştı. Savaş arkasından baktı. (MD/RT)