1 Eylül Dünya Barış Günü'nde Kadıköy'de yine aynı gaz kokusu, aynı boğaz yanması, taşlar ve sopalar. Aynı kaçışlar, birbirini korumaya çalışan aileler, çevik kuvvetin koşarken çıkardığı postal sesleri, esnafın ve bayram gezmesinde olanların bu filmi tekrar izlemesi.
O kadar ironik ki Dünya Barış Günü'nde savaşmak ama yine de şaşırmadık olanlara. Çünkü biz zaten sürekli savaşıyoruz. Hem dağda hem mahalle aralarında.
O kadar gergin ki herkes, bırakın barış istemeyi, sağduyu, insanlık beklemek bile saçma oluyor. En ufak bir söz yetiyor ellerinde sopalarla mahalle esnafının göstericileri dövmek için nöbet beklemesine.
1 Eylül'de de aynen böyle oldu. Camları kırıldığı için sinirlenen mahalleliler gelip geçen bütün Kürtlere küfür etmeye başladı. Kürtlerden bazıları "Biz barış istiyoruz" diye haykırırken bazıları da tutamadı kendini, küfürle karşılık verdi.
Beş dakika sonra mahalleliler almıştı eline sopaları ve evlerine, dükkanlarına giren taşları geri fırlatmaya başladılar. Ağızlarında da aynı laf: "Polis onları korumaya geliyor ama vatandaşını korumuyor."
Sorun buradan çıkmıyor mu zaten? Cam çerçeve indirenlerin bu ülkede vatandaş sayılmamasından, hak talep edememesinden, söz söyleyememesinden, sadece 1 Eylül'de değil, gündelik hayatın her alanında, bazılarının doğal hakkı olduğu için hiç düşünmeden yaptığının onlara yasak olmasından.
Devletin otobüs duraklarına, Karadeniz pidecisine, Türk bayraklı eve taş atanlar ve onları dövmek üzere ellerine sopaları, taşları alıp sokaklara dökülen mahalleliler.
O mahallelilerin empati kurmaya niyeti yok. Onların dünyasında tek bir gerçek var, o da camlarının kırıldığı. Cam kırıldı, parasını nasıl ödeyecekler, korkmuş olmak onlara yakışmayacak, "İyice azıttılar" mahallelerine girdiler, birilerinin onlara hadlerini bildirmesi gerekiyor.
"Oradan insan geçiyor, taş atmayın" diyecek oldum. Sen misin diyen. "Merak etme bize taş atanlara gelir o taş, size gelmez" dedi elinde sopa tutanlardan biri. Yaşlı bir adam bana nasıl yolun karşısından güvenle geçebileceğimi tarif etmeye çalıştı. Ama eli sopalılar sonra kanaat getirdiler ki benim niyetim başkaymış.
Evet, benim niyetim başka. Benim niyetim, kafama taş gelmeden geçip gitmek değil. Yolun karşısına geçip olaylardan hızlıca uzaklaşmak da değil. Benim niyetim barış için geldiğim mitingden boğazım yanarak, korkarak, nefret ederek uzaklaşmak zorunda kalmamak.
Ama bunu anlatamazdım. Tuttuklarını dövmemeleri için diretecek oldum, "Sen kadınsın, haddini bil" dediler. Haddimin nereye kadar olduğunu bilmiyordum, öğrenmiş oldum. Haddim erkek şiddetine karışmamakmış. "Saldırmayın" diyemezmişim çünkü benim aklım ermezmiş.
Kimin neyi başlattığını tartışmak yersiz. Biliyoruz ki şiddeti başlatan her zaman güce sahip olanlardır ama kimseye bunun böyle olduğunu inandıramazsın.
1 Eylül Dünya Barış Günü'nde de bütün Kadıköy halkı ve esnafı savaşı yaşadı ve halklar ne yazık ki yine birbirinden nefret etti. Bir nefret başlar, kontrolden çıkar, herkeste farklı tepkiye yol açar, kimisi gururundan, kimisi kaybedecek bir şeyi olmadığından, kimisi sesini duyurmak için elindeki tek şey olduğu için ilk taşı atar.
Artık o taşı durdurmak imkansızdır. Artık ne desek boştur. "Durun yapmayın" diye bağırırız, kimse duymaz. "Senin niyetin başka" derler. "Senin niyetin taviz vermek" derler.
Madem barış talebinin altında gizli niyetler aradılar söyleyeyim, bizim niyetimiz elinize taşı almaya karar verdiğiniz ilk anda vazgeçmenizi sağlamak. (Eİ/EKN)