Feminist filozof Judith Butler, Levinas’tan hareketle, Öteki’nin “yüzü”nün bize ilettiği ve onu bir başına ölmeye bırakmamamızı dileyen hitabı, bir şiddetsizlik etiğinin temeli olarak dikkate almamız gerektiğini söyler. Diyarbakır mitingine saldırının da iyice açığa vurduğu kirli savaş denemeleri, Ötekilerin bir başına ölüme terk edileceği o meşum sürecin yeniden başlayabileceğinin işaretini veriyor.
Bir başına ölüme terk edeceğimiz Öteki, ayrıcalıksız, korumasız ve toplumun genellikle en alt sosyoekonomik tabakasından gelen gencecik bir er de olabilir. Sivil herhangi bir yurttaş, bir Kürt genci ya da “kaçakçı” bir küçük çocuk da olabilir. Onları bir başına ölüme terk etmemek konusunda bize yönelmiş ahlaki bir talep var. Çatışmasızlık döneminin pozitif bir barışa evrilmesi bu ahlaki talebe daha çok kişinin karşılık vermesiyle mümkün.
HDP’nin barajı geçmesini sağlayarak siyaset zeminini güçlendirmek, bu ülkenin evlatlarının genç yaşta hayattan koparılmaması imkanını genişletmektir. HDP’nin barajı aşmasını bu çerçevede sahiplenmek, bugün, Öteki’ni bir başına ölmeye bırakmamak da değildir sadece, birbirimizin yaşama sevincini, adalet ve güven duygusunu bir başına ölmeye bırakmamaktır.
Bir şiddetsizlik etiğini savunabilmenin tek yolu şiddetin nedenleri ile yüzleşmekten geçer. Zira şiddete, basitçe ve pasif biçimde karşı olunamaz. Şiddeti dışlayan bir dünya ancak bu şiddeti doğuran nedenlerle aktif biçimde yüzleşmekle mümkün.
Kürt sorunu etrafında otuz yıllık savaş boyunca yaşanan ağır şiddet tablosunun önemli nedenlerinden biri de Kürtlerin sistematik biçimde baskı ve cebir yoluyla ve bilumum kirli yöntemlerle siyaset alanının dışına itilmesiydi.
Seçim barajının aşılması toplumsal barışın sağlanması bakımından kritik bir fırsat olacak. Bu fırsatın bu kez yine elden kaçmamasından daha önemli bir şey yok.
Kürtlerin legal siyasal zeminde siyaset yapma hakkının gasp edilmesinin önüne geçilmelidir. Acılarla dolu tarihimizin bize söylediği şey budur.
Ağırlıklı olarak Kürt siyasi hareketinden isimleri bir araya getiren ilk siyasal parti olan Halkın Emek Partisi (HEP) 7 Haziran 1990 tarihinde kurulmuştu. O günden bugüne birçok parti kuruldu ve bu partiler ya kapatıldı ya da kapatılma tehdidi nedeniyle kendi kendini feshetti. HDP’yi önceleyen partiler ardı ardına kapatılmasaydı, parti yöneticileri ve üyeler hapse, kıyıma ve işkenceye maruz kalmasaydı, siyaset zeminini güçlendirmenin yolları aransaydı, muhtemelen bugün çok farklı bir noktada olabilirdik.
Aynı çizgi ve gelenekten gelen bütün partiler gibi HDP de siyasi iktidar tarafından legal siyaset alanının dışına itilmek konusundaki aynı körlükle ve faşizan tutumla karşı karşıya.
Yarın, yani o ilk partinin kurulmasından tamı tamına yirmi beş yıl sonra yeni bir “seçim” yapılacak. 7 Haziran’da tarihi bir fırsatı ya yakalayacağız ya da yakalayacağız...
Çözüm sürecini ve barışı bir seçim malzemesine dönüştüren, HDP’ye gidecek oyları gasp etmek için inanılmaz ölçülerde kirli bir siyaset diliyle mütemadiyen nefret suçu işleyen AKP’nin kaldırmadığı o barajı Biz’ler yıkmalıyız.
HDP bu anlamda hepimizin karşısına “ahlaki bir talep” çıkarıyor. Barajın aşılması, on binlerce insan ölürken hayatta kalan bizlere yönelmiş ahlaki bir taleptir. Hayatta kalanların sorumluğu olarak üstlenmemiz gereken bir talep. İnsanın insandan ve insanın hayattan sorumluluğu çerçevesinde dikkate alınması gereken bir talep.
HDP’nin barajın altında kalması durumunda iyice güçlenecek olan AKP’nin, Kürt sorunuyla ilişkili olarak çatışma odaklı güvenlikçi paradigmaya iyice sarılacağı artık çok açık.
Bu durumda Meclis dışındaki bir HDP’nin, ne kadar büyük bir gayret gösterirse göstersin diyalog ve müzakere zeminini güçlendirme ihtimali, konjonktürel kırılmalara ve provokasyonlara karşı fazlasıyla zor olacak.
Bu nedenle HDP’nin barajı geçmesi yönündeki bir çağrıya karşı “HDP’ye güvenmiyorum” demenin ya da “HDP onlarla anlaşacak demenin” gerçek anlamını herkesin kendine sorması gerekir. “HDP’ye güvenmiyorum” demek kimin işine yarıyor biçiminde bir sorgulamadan söz etmiyorum. Her birimizin kendine, içindeki bu HDP’ye güvenmeyen sesin ne işine yaradığını sorması gerekir.
Kürtleri siyasal temsil ve katılım mekanizmalarından dışlayan milliyetçi, militarist, ırkçı ve kadın düşmanı ideoloji, aynı zamanda medya temsili alanında da benzeri bir yok sayma, yanlış temsil etme ve çarpıtma siyasetiyle elele ilerledi. Yandaş medya bu konuda benzersiz bir kirli miras devralmıştı ve bu mirası hınçla, nefretle daha da ileriye taşıdı.
Otuz yıldır, siyaset ve medyanın elele sürdürdüğü temsil alanından dışlama rejimini, çarpıtma, yalan ve itibarsızlaştırmayı içselleştirip içselleştiremediğimizi de sormamız gerekiyor kendimize.
HDP’yi sonsuzcasına sınavdan geçirmeye ve en ufak bir yalpalamadan ihanet çıkarmaya eğilimli ruh hallerimizin arkasındaki bastırılmış ayrımcılıkla da yüzleşmemiz gerekli.
Çünkü mesele HDP’ye güvenme meselesi olamaz. Esasen bir parti ile tek tek özneler arasındaki ilişki böyle tek yönlü bir “yap ki güveneyim, yapma ki güveneyim” testi ile sürdürülebilecek bir güven ilişkisi olamaz.
Bizlerin HDP’ye değil, HDP’nin -barış ve çözüm yönelimli diğer tüm çabalarla birlikte- ortaya koyduğu ahlaki taleplerin arkasında durmak konusunda kendimize güvenmeye ihtiyacımız var. (SÇ/YY)