"Bunların hepsi saçmalık. Ancak deprem olursa yarış iptal edilir. Güzel bir haber konusu arayanlar Suriye'ye gitsin. Orada binlerce demokrasi yanlısı protestocu, mevcut rejime karşı ayaklanarak sokaklara döküldü."
Ya da şöyle: "Kanlı çatışma haberi yapmaya gelen varsa Suriye'ye gitsin. Burada bizim keyfini süreceğimiz bir yarış var."
Birbirinin adeta kopyası olan iki beyanat.
İlki Formula 1 sözcülerinden Bernie Ecclestone'a, ikincisi ise Bahreyn Dışişleri Bakanı Halid Halifa'ya...
İkisi de Formula 1 Grand Prix'inin Bahreyn'de gerçekleştirilmesini, ülkedeki yoğun insan hakları ihlalleri nedeniyle protesto edenleri hedefliyor. Ecclestone ve Halifa'nın protesto gösterilerinin haberini yapmak isteyen gazetecilere Suriye'ye gitmelerini salık vermeleri elbette tesadüf değil.
Suriye'de yaşananların aksine, Bahreyn'de geçen sene 14 Şubat'ta başlayan ve bugüne değin 80'i aşkın kişinin öldüğü ayaklanma, bir "sessizlik kumpası" ile karşı karşıya.
Krallık rejiminin siyasal sistemden sistematik olarak dışladığı Şiilerin başını çektiği, ancak mezhepçi bir karaktere sahip olmayan halk hareketi, başlangıcından bir ay sonra Suudi Krallığı öncülüğündeki Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) kuvvetlerinin işgali sonucu ezilmişti. Mısır'daki Tahrir Meydanı misali ayaklanmanın sembolü haline gelen İnci Meydanı yıkılmış, göstericiler şiddetli bir sindirme kampanyasının hedefi haline gelmişti.
Bahreyn'deki ayaklanmanın, üstelik bir işgalle ezilmesi, Arap devrimci sürecinde bir ilk geri adımdı (onu hemen Libya'daki ayaklanmanın emperyalist müdahaleyle yozlaştırılması izledi). O zamandan beri ve ülkede artarak süren ciddi insan hakları ihlallerine karşı Bahreyn başlığına Batılı ve Arap ana akım medyasında rastlamak çok zor.
Bunun nedenleri elbette malum. Bahreyn ABD'nin 5. filosuna "ev sahipliği" yapıyor, dahası Suudi monarşisi, ülkedeki Şii çoğunluğun siyasal haklarını kazanmasını, bölgede İran'ın etkinliğini artıracak bir gelişme olarak değerlendiriyor. Üstelik Bahreyn'deki ayaklanmanın zafere ulaşması, Suudi Krallığı'nın Arap devrimci sürecinin de etkisiyle bir kaynaşma içerisinde olan ve Şii nüfusun ağılıkta olduğu doğu bölgelerinde bir radikalizasyonu kışkırtabilir. Bu jeostratejik mülahazalar, Bahreyn'deki halk hareketinin hızla ve etkili bir biçimde bastırılmasını bu güçler açısından acil bir ihtiyaç haline getiriyor. Arap dünyasında düzen partisinin temel aktörü olan Suudi rejimi açısından Bahreyn'in "istikrarı" yakıcı bir ihtiyaç.
Geçtiğimiz yıl halk ayaklanması nedeniyle iptal edilen Formula 1'in bu kez Bahreyn'de gerçekleştirilmesi, rejim açısından ülkede her şeyin normale dönmüş bulunduğunun bir göstergesi olarak kullanılmak isteniyordu.
Uluslararası medyanın yakından takip edeceği bu devasa organizasyon vesilesiyle krallık rejimi ülkedeki siyasal krizin nihayete ermiş olduğunu tüm aleme ispat etmiş olacaktı. Ancak amiyane tabirle evdeki hesap çarşıya uymadı.
Formula 1 sırasında gerçekleşen protesto gösterileri, Bahreyn'de suların hiç de durulmamış olduğunu, halk muhalefetinin bir küsur senelik baskı ve sindirme politikalarına rağmen canlılığını muhafaza ettiğini ortaya koydu. Yani Formula 1, Bahreyn'deki rejim açısından tam bir PR felaketine dönüştü.
Suudi/KİK işgaline, rejimin (tıpkı Suriye'de olduğu gibi) "böl ve yönet" hedefli mezhepçilik kartını oynamasına, muhalif bilinen insanların işlerinden, okullarından atılmasına rağmen rejim halk hareketini sindirebilmiş değil. Aslında bugün Al Khalifa monarşisi Bahreyn halkından ziyade Suudi ve ABD desteğine dayanıyor. Meşruiyetini kendi halkından değil yabancı güçlerden alan bir rejim söz konusu ve tam da bu nedenle aslında göründüğünden çok daha kırılgan.
Aslında Bahreyn, çok küçük bir ülke olmasına karşın, 1940'lardan bugüne zengin bir sömürgecilik ve monarşi karşıtı demokratik ve sosyal mücadeleler geleneğine sahip. 14 Şubat ayaklanmasıyla bu tarihsel deneyimler arasındaki bağlantı, Batı ya da ana akım Arap medyasında es geçiliyor. Bunun nedeni açık: Ayaklanmanın Bahreyn tarihindeki öncülleri yok sayılarak mevcut halk hareketinin köksüz bir istisna, ancak "yabancı güçlerin", yani İran'ın kışkırttığı bir konspirasyon olduğu argümanı pekiştirilmiş oluyor. Rejim, muhalif hareketi, İran'ın bölgede gücünü pekiştirmeye dönük bir oyunu, bölge istikrarına soktuğu bir çomak olarak görüyor. Dolayısıyla da dünyaya muhalefet hareketinin aslında Şii fanatiklerin bir kışkırtması olduğu görüşünü yayıyor.
Muhalefeti mezhepçi ve dolayısıyla da "bölücü" olmakla itham eden Al Khalifa rejimi aslında tam da ülkedeki Sünni ve Şiiler arasındaki ayrımı bir iktidar stratejisi olarak işlevli kılarak ayakta kalıyor. Esasında krallık çoğu zaman sanıldığı gibi basitçe Sünnileri kayırıp Şiileri dışlayan bir rejim değil. Şiilerin dışlanması daha kapsamlı bir mezhep stratejisinin parçası.
Suriye vakasında olduğu gibi burada da basitleştirici medyatik şablonların zihnimizi teslim almasına izin vermemeliyiz. Rejim bir taraftan iki grubun da iktidara yakın olan temsilcilerini cemaatlerinin iktidar nezdindeki aracıları olarak destekleyip kayırıyor, bir biçimde sisteme dahil ediyor. Diğer taraftansa topluluklar arası temelde işbirliği arayışlarını ya da kendisine yönelik mezhepçi değil "ulusal" temelde geliştirilen talepleri, çoğu zaman şiddetle bastırıyor, sindiriyor.
Bu anlamda 14 Şubat ayaklanması sırasında ilk tutuklanan kişinin İnci Meydanı'nda Sünni ve Şiiler arasında birlikten bahseden Mohammed Al-Buflasa olması tesadüf değildi. Yine bu bağlamda rejimin en kati biçimde hedef aldığı partiler de, üyeleri arasında hem Sünnilerin hem de Şiilerin bulunduğu seküler bir "ulusal" parti olan Waa'ad ve Şii bir tabanı olsa da mezhepçi olmayan, "ulusal" politik talepler öne süren "Cumhuriyet İçin Birlik" idi. Oysa ülkenin belki de en kuvvetli siyasal partisi olan Şii kökenli İslamcı parti Al Wefaq, aynı sertlikte bir tepkiyle karşılanmadı.
Muhalefetin taleplerinin mezhepçi olmamasına karşın rejim mezhepçi korkuları etkili bir biçimde seferber ediyor. Aslında harekete katılan çok sayıda Sünninin varlığına rağmen bu katılımın rejimi zor durumda bırakacak, devlet mekanizmasında çatlaklara yol açabilecek kritik eşiğin altında kaldığını kabul etmek gerek.
Muhalefet rejimin iştahla kaşıdığı endişeleri gidermeye dönük daha sistemli bir çaba içerisinde olabilmeliydi. Bu anlamda Bahreyn'deki halk hareketinin bugün karşı karşıya kaldığı en ciddi meydan okuma, mezhep bariyerlerini aşarak krallık rejiminin mezhepçi kaygılara oynamasının önüne geçebilmek. Mezhep sınırlarını aşan bir işbirliği ve dayanışmanın hayata geçirebileceği belki de en iyi alan işçi hareketi. Zaten Bahreyn tarihinde mezhep ayrımlarını aşan demokratik ve sosyal taleplerin dile getirilmesinde işçi hareketinin etkisi daima kritik olmuş. Rejim, ayaklanmanın başından itibaren sendikal harekete şiddetli bir saldırı gerçekleştirdiğinden bunun elbette ciddi zorlukları olacaktır. Sendika yöneticilerinin tutuklanması ya da muhalif gösterilere katılan binlerce işçinin işten atılması baskının boyutlarını ortaya koyuyor.
İşçi hareketini mezhepçilik karşıtı bir kaldıraç olarak seferber etmek, şimdiye değin halk hareketince büyük ölçüde dikkate alınmamış göçmen işçilerle de dayanışma geliştirilmesini gerektirecek. Büyük göçmen işçi kitlesinin ayaklanmanın yanına çekilememiş olması, hatta rejimin ülkenin demografik yapısını Sünniler lehine değiştirmeye dönük vatandaşlığa geçirme uygulamalarına dönük tepkilerin bazen dışlayıcı tonlar taşıması, bu geniş kitlenin ayaklanma safında yer almasını engelliyor.
Özellikle devletin güvenlik aygıtında iş verilen böyle vatandaşlığa alınmış çok sayıda yabancının ve paralı askerin bulunmasının tepki çekmesi elbette "doğal". Ancak rejimle özdeş bu küçük kesimle yoğun bir sömürüye tabi tutulan göçmen işçiler arasında ayrım yapamamak bu kitlenin ayaklanmaya soğuk bakmasını, hatta rejimin elinde seferber edilebilecek bir rezerv güç olması riskini barındırıyor.
Ülkedeki ayaklanma hareketi kritik bir açıdan Arap devrimci sürecinin diğer uğraklarını hatırlatıyor. Bahreyn'deki ayaklanmanın başını çeken güç, tıpkı Mısır ya da Tunus'ta olduğu gibi, "geleneksel" muhalefet partileri değil, bağımsız gençlik grupları oldu. Rejimin en şiddetli tepkisine maruz kalanlar, en önemlisi 14 Şubat Gençliği Koalisyonu olan bağımsız gençlik grupları, ya da ağlarıydı. Wefaq ve Wa'ad gibi siyasal partiler rejimle müzakere yoluyla bir "orta yol" bulma arayışında başarısız olurken gençlik koalisyonları ayaklanmayı radikalleştiren, canlı tutan bir etkide bulundular ve hareketin doğrudan rejimi hedefleyen bir karakter kazınmasına yol açtılar.
Bahreyn'de son bir haftada ayaklanmanın kendisine dayatılan sessizlik kumpasını delerek yeniden görünür olması, Arap devrimci sürecinin açığa çıkardığı radikal enerjinin öyle kolayca dinmeyeceğinin bir başka göstergesi oldu. Bu bölgesel sürecin yarattığı alt üst oluşların uzunca bir süre bizimle beraber olacağı aşikâr. Dolayısıyla bütün bu süreci, iniş ve çıkışlarıyla, ilerleme ve gerilemeleriyle bölgede yarattığı devrimci imkânlar açısından takipte ısrarcı olmak elzem. İmkânlar demişken mesela yukarda bir ara laf arasında geçmişti, hatırlatmakta belki yarar var: Bahreyn'deki halk hareketinin Suudi Krallığı'na sıçraması, bu ülkede şimdilik çok görünür olmayan protestolarla ifade edilen huzursuzluğu tetiklemesi, bütün bölgede emperyal statükoya okkalı bir sille olacaktır.
Bir de son bir not: Emperyalistlerin Bahreyn'deki riyakârlığının tersinden bir versiyonunu Suriye konusunda yeniden üretir konuma zinhar düşmemeliyiz. Jeostratejik mülahazalarla ayaklanmadan ayaklanma seçmek, birini meşru diğerini gayrimeşru saymak çok "ucuz" bir tutum olacaktır. Tam tersine Bahreyn'le Suriye'yi aynı mücadele dalgasının parçaları addetmek, jeostratejik zihniyete karşı bunların birliğini vurgulamak, bu ülkelerdeki kitle mücadelelerinden güç devşirmeye çalışan bölgesel ya da uluslararası aktörlere karşı en iyi yanıt olacaktır. (FB/HK)