Yaşam ile olan yakın ilişkisi nedeniyle edebiyat bir karşı çıkış, bir direniş biçimi; yaşanmış olanlar ile yaşanabilme olasılığı olanlar; gerçekler ve düşler arasında gidip gelen bir köprüdür aslında. Bugünü ve geleceği, göçler ve savaşlarla dolu tarihini unutarak ve yok sayarak kurgulamış bu coğrafyada, yeni bir savaş ve şiddet tarihinin yazıldığı şu günler belki de edebiyatın değiştirme, dönüştürme gücüne en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlar…
Müge İplikçi’nin öykülerini ve romanlarını edebiyatın taşıdığı gücün farkındalığıyla kurguladığını düşünüyorum. Bu gücü, iktidarı ve merkez söylemleri eleştirerek, yeni varoluş biçimleri önererek, kadın dili oluşturarak, bireyin fark yaratabilme gücünü ön plana çıkararak, toplumsal nefreti, ötekileştirmeyi, bireysel eylemlerimizin sonuçlarını, hayatın ve iktidar ilişkilerinin karmaşıklığını, uzak kalırken taraf oluşumuzu sorgulayıp sorgulatarak kullandığına inanıyorum. Zamandizimsel olmayan anlatım, güçlü semboller ve alegoriler, okuyucu, anlatıcı ve yazarın birlikteliği, oyun teması, yolculuk izleği, gerçek ile hayalin içiçe geçmişliği Müge İplikçi tarzını oluşturan ögeler olarak karşımıza çıkarlar.
Babamın Ardından - Müge İplikçi from Berk Emre on Vimeo.
Babamın Ardından bir göç öyküsü; göçlerle dolu bir coğrafyanın parçalanmışlığının, yıkılan hayallerin ve yok sayılmış öykülerin geçmiş ile gelecek arasında yarattığı sis perdesinin öyküsü. Ama aynı zamanda dinlemeye ve yüzleşmeye hazır olduğumuzda aslında farklı bir gelecek kurgusunun mümkün olabileceğine dair umudun da öyküsü.
Balkanlardan küçük bir kasabaya göç eden Ülker ve ailesi yine bir savaşın eşiğindedirler, bu savaşın gerçekleşmemesi alınan kararlara ve eylemlere bağlıdır aslında. Sitare 17 Mayıs 2014’de ablası Nurperi’ye bir mektup bırakarak okulu bıraktığını açıklar: “Edebiyat artık çok uzaklardaki bir hayal benim için. Öncelikle yaşamı öğrenmem gerekiyor. Yaşamı öğrenip değiştirmem. Benim için asıl olan bu”. Sitare yaşamın kendisi olarak tanımladığı savaşa katılmak üzere evi terketmiş ve yeni bir savaş öyküsünün daha yazılmasına katılmak üzere yola çıkmıştır. Ya çıkmasaydı?
Ülker, annesi, Pullu ve kardeşi Tahir göçü yaşamış bir ailedir. İnsanlara hayaller gördüren ve geçmişi bir kez daha yazmanıza neden olan göç, “yolda yürürken kaybolmak” demektir (s.29). Ülker’in hayal meyal hatırladığı “beyaz, sisli bir gömlek” olan “baba” unutmalar üzerinden yazılmış göç tarihidir. (s.29). Babanın gidişiyle ve unutmanın başlamasıyla birlikte herşey yavaş yavaş tükenir. “Huzurun yerini savaş sesleri, yaşamın yerini ölüm kaplamaya” başlar (p.20). Bu geçmiş “parça parça bir bulmaca” gibidir. Büyük, eski ve tanıdık bir evdir. Oranın adı, artık orası neresiyse, başka bir zamandır. Dimetoka’dır (s.30).
Acılar savaşla pekişir ama nedense “insanlar bunu anlamaz” der Fotoğrafçı Kemal. “Savaşmadım ama savaşın gerçek yüzünü gördüm”, “insanlar o yüzü anlasalar bir daha savaş olmaz” (s.55) der, ortak belleğin görsel uzantıları olan fotoğraflarını çekerken. Hatırlamaktır, bu tükenmişliğin ve acıların çaresi.
“Beyaz önlüklü kadın” Pullu göçü yaşamış ve babanın sis beyazı gömleğini ve unutmayı ortadan kaldırabilecek olan bellektir; paylaşmaya hazır olduğu öyküleri olandır, umuttur. Ülker’in babaannesinin yadigarı olan Pullu çocuklara bakmak için eve getirilmiş genç bir Arnavut kızıdır. Paşaları hiç sevmez Pullu,” çünkü onlar yüzünden herkesleri kaybetmiş, ailesini “göçe ve bu uyuz paşalara” vermiştir (p.18). Pullu göz yummanın da eylemde bulunmamanın da katil olmak anlamına geldiğini iyi bilir.
Roman boyunca kullanılan metafor ve allegoriler savaşın korkunçluğunu anlama ve savaşız bir toplum yaratabilme olasılığına ilişkin çok katmanlı okumalar yapmak fırsatı verirler. Pullu’nun bahçenin ortasına diktiği vişne ağacı güçlü bir semboldür. Kendini bu vişne ağacı olarak tanımlayan Ülker daha iyi bir gelecek umudunu simgeler. Vişne ağacına tırmanmak, sis perdesini ortadan kaldırmak kolay değildir belki, ama mümkündür. Müge İplikçi’nin hem merkez söylemlerce yaratılan ‘gerçeklik’i sorgulamak, hem de bireylerin fark yaratabileceklerini göstermek için sık sık kullandığı oyun ögesi bu romanda iki farklı şekilde karşımıza çıkar. Savaş, “korkulan değil, istenilen bir oyun” dur, iktidarın istediği, tercih ettiği oyun türüdür. Buna karşılık vişne ağacına tırmanmak savaşla dalga geçen bir karşı çıkıştır. “Savaşın hikayesi de olmaz” (s.86) der Ülker, savaşı tamamen reddederek.
Iplikçi’nin öteki öykülerindeki gibi kadınlar arasındaki dayanışma ve dostluklar sistem karşıtı bir ‘oyun’ oynamayı mümkün kılar. Savaş taktikleri üzerine kitap okuyup “savaşla oyun olmaz” diyecek kadar savaşı ciddiye alan Kamil, şimşekli ve yağmurlu bir havada vişne toplamaya giden Eleni ve Ülker’e “Delirdiniz mi? Bu havada vişne mi toplanırmış!” diye çıkış yapar. Eleni, “sana ne be!”, “Sen git o lanet olası kitaplarına gömül!,” ve “Sen git vatanı kurtar, biz vişne toplayacağız” cevabını verir. Pullu’nun ektiği ağaçtan vişne toplamak çocuksu, eğlencenin, gülmenin ve birlikteliğin oyunudur.
Müge İplikçi’nin kadın dili yaratma çabası; söylemin içinde varolan bireyleri değil görünmez yaşamları, özellikle de kadınları anlatmayı seçmesinde, kullandığı simgelerde ve kadın olmaya yüklenen kavramlara kazandırdığı yeni anlamlarda kendini gösterir. “Savaş kapımızda sen ne diyorsun Eleni? Öyle tüllerle müllerle olmaz bu işler” (s.79) yorumunu yapar Kamil, bir savaş taraftarı olarak. Oysaki Eleni’nin tülleri ve uçuşan eteği, Ülker’in fırfırları (p.73) ve iki kadının deliliği, çocuksu neşesi otoriteyi yok saymanın sembolleridir.
Babamın Ardında, yolculuk izleği fiziksel yolculuktan zamanın içine geçmiş, bugün ve gelecek, gerçek ve düş arasında gerçekleştirilen bir bilinç yolculuğuna dönüşür. Roman boyunca karşımıza çıkan Şark ekspresi ve köprü bu yolculuğun sembollerindendir. “Köprü” gelecek ile geçmiş arasında çok farklı bağlantılar yaratabilme imkanını sunar. Köprünün üzerinde balık tutan adam neredeyse ilahi bir güçtür; romanda tekrar eden bir şekilde karşımıza çıkar ve her seferinde “Rastgele” der. “Geçen sefer de aynı şeyi söylediniz, ne demek bu?” diye sorar Ülker, balıkçı karşısına ikinci kez çıktığında,“Her kelime, aynı olsa bile, ayrı bir zamana sahiptir. Her söyleyişte farklı bir zamandasındır” der balıkçı. Bu aslında köprünün karşısında savaşın hiç bilinmediği bir zaman yaratabilme olasılığıdır.
Savaş için asker yığmaların ve sevkiyatların başladığı günlerde çakan şimşek ve yağan yağmur ile savaş tarihini tekerrür ettirmek ya da yepyeni bir tarih yazmak seçenekleri sunulur. Tarihin tekerrüründe, Kamil yine savaş kitapları okumaya devam edecek, Sitare savaşa katılmak üzere edebiyatı ve evi terkedecektir. Her zamanki vişne toplama oyunlarını oynayan Eleni ve Ülker ise vişne ağacının dalları arasında tırmanırken ağaçtan düşerler. Eleni tanınmaz hale gelir ve belleğini kaybeder. Buna karşılık diğer bir seçenek yeni bir tarih yazmaktır; bu ise ancak tarihle yüzleşerek ve ortak bir öykü yaratma sürecine katılarak mümkündür.
Romanın zamandizimsel olmayan, kuşaklar ve farklı kimlikler ötesine uzanan çok sesli anlatımı hatırlayarak ve dinleyerek ortak bir barış dili oluşturulmasını mümkün kılar. Bu süreçte kimin dinleyen kimin anlatan olduğu önemli değildir, önemli olan sistemin zorladığı ve normalleştirdiği savaş söyleminin dışına çıkarak barışın hayalini kurabilmektir. Okur da bu sürecin katılımcısıdır: “Evet sana anlatıyorum ama aslında kim anlatıyor bilmiyorum. Nurperi diye biri var. Ülker diye de biri var. Başka başka şeyler, başka başka hayatlar var.” (s.96)
Ortak bellek oluşturma sürecinde Ülker, hastalanmış ve belleğini kaybetmiş olan Eleni’ye hep hatırlama sözü verir: “Bana tarif ettiğin bütün Rum yemeklerini aklımda tutacağım Eleni. Yılbaşında Koncolos’u kovalayacağım Eleni. Seni hiç unutmayacağım Eleni. Şark Ekspresi’ne bineceğini biliyorum Eleni. Senin için sonuna kadar hatırlayacağım Eleni, Sırf senin için” (s.117). Pullu’nun kendini özdeştirdiği Amerikalı artist Mary Sunset’in filmleri gerçek ile hayalin bir araya geldiği yeni varoluş biçimlerinin, yeni oyunların yaratılabildiği bir alandır. Pullu, Kibritçi Kız filmini tekrar tekrar seyreder. Eleni ise Pullu’nun çok sevdiği Mary Sunset’e benzer. Ülker, Eleni hastalandıktan sonra Mary Sunset ile karşılıklı konuşur. Kibritçi Kız’ı oynayan kız hastalanmış, hafızasını kaybetmiştir. Ülker’in arkadaşı Eleni’de hafızasını kaybetmiştir. “Demek hafızasını kaybeden kaybedene bu hafta” der Mary Sunset”, sonra ekler: “Hafıza kaybı salgın değil ama savaş fikri salgın bir şey dünya üzerinde”. Unutmak kurgusunun tekrar yaşanacağı yeni bir savaş senaryosunun yazılmak üzere olduğunun uyarısıdır bu. Ülker’e oynayacak mısın? “Sen Kibritçi Kız’sın zaten” der Mary Sunset. Kibritçi Kız’ın belleğe sahip çkması, hikayeyi yaşatması ve kibritleri çakmaya devam etmesi gerekmektedir. Gerçek ile hayal arasında gidip gelen bu senaryoda Eleni, Kibritçi Kız, Ülker, Pullu hatırlama eylemi üzerinden ortak bir varoluş sunarlar.
Hatırlamak geçmiş ile gelecek arasındaki parçalanmışlığı ortadan kaldırır. : “Ülker Hanım Nurperi eve girdiği andan itibaren yatağında kıpırdanmaya başlamış… ‘Canım kardeşim, eve hoş geldin’” demiştir. Nurperi, Eleni’dir artık. Ülker Eleni’ye söz verdiği gibi yılbaşı geleneğini ve ona dair her şeyi hatırlamaya başlar. Ülker Hanım geçmiş, Nurperi gelecektir:
“Ülker Hanım bütün bunları hatırlamakla kalmamış yan odada uyuyan Nurperi’nin düşünün içine de girip saklanmıştı. Nurperi de Ülker Hanım’ın hayallerine sığınıvermişti. Birlikte aynı sahneyi yaşıyorlardı yan yana odalarda” (s.101).
Bu an sis beyazı gömleğin artık olmadığı bir andır: “Babam bize gömleğini çıkarmış gülüyor” (s.177). Ortak bir barış dilinin yaratıldığı andır. Bu senaryoda Sitare savaşa gitmeyi değil, edebiyat okumayı seçer. Toplum olarak barış ortak paydasında buluşabilme umudunu hep taşıyabilmemiz dileğiyle.
Müge İplikçi kimdir?İstanbul’da doğdu. Kadıköy Anadolu Lisesi’nden sonra İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları ve Araştırma Bölümü’nden ve The Ohio State University’den iki ayrı yüksek lisans derecesi aldı.Üç edebiyat ödülü var: 1996 Yaşar Nabi Nayır Gençlik ödülü, 1997 Haldun Taner ödülü üçüncülüğü ve 2010 ÇGYD Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği jüri özel ödülü. Perende (1998), Columbus’un Kadınları (2000), Arkası Yarın(2001), Transit Yolcular (2002), Kısa Ömürlü Açelyalar (2009) adlı beş öykü kitabı yayınlandı. Romanları Kül ve Yel (2004), Cemre(2006), Kafdağı (2008) ve Civan (2012) yanı sıra Yıkık Kentli Kadınlar ve Cımbızın Çektikleri(Ümran Kartal ile birlikte) adlı inceleme kitapları, iki çocuk (Uçan Salı ve Acayip Bir Deniz Yolculuğu) ve gençlik (Yalancı Şahit) eserleri bulunan Müge İplikçi yaşadığımız yeni zamanları anlatmayı seven bir yazar. Yazarın öyküleri Almanca, İngilizce, İsveççe, Hollandaca, Slovakça, Bulgarca ve Kürtçe’ye çevrildi. Cemre adlı romanı Arapça ve Arnavutça’da yayımlandı. Kafdağı romanı ise İngilizce ve Arapça’da yayımlanacak. Türkiye PEN Kadın Yazarlar Komitesi başkanlığını aralıklı olarak 2004-2005 ve 2007-2009 yılları arasında yapan yazar, halen İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki yarı zamanlı öğretim görevliliğini devam ettiriyor. İplikçi aynı zamanda Vatan gazetesinde köşe yazarı. |
(NH/ÇT)
* Müge İplikçi, Babamın Ardından, Everest Yayınları, 2015, 215 sayfa.